Çocukken çalışmak kuraldı
Remzi Tartan
Çocukluğumuzda
Ramazan ayının bize özgü bir tadı vardı. İftar zamanına yakın sokaktan
geçenlerin ayak sesleri hızlanır, biz de top atılma vaktinin yaklaştığını
anlar, sokaktan geçenlerin ayak seslerinin aceleciliğine ayak uydurur, hızla
ikişer, üçer yolduğumuz çağlaları ceplerimize doldurup, develiğin kapısının
önündeki dut ağacının kalın boğumlarına basarak iki buçuk, üç metre yükseklikteki
ambar olarak kullandığımız binanın damına atlardık. Cepte kibrit kutusundaki
tuzu avuçlarımıza bölüşüp diğer avucumuzda kütür kütür çağlalarla kaleden
atılacak topun alevini görüp, ardından da sesini duyup oruç açmanın erdemini tadardık.
Topucak’ın
iki buçuk/üç metrelik damından bakarak, Hisar’daki kaleden atılan topun
patlatılmasıyla ortaya çıkan kırmızılığı/alevi görebiliyordum. Tuzu yalayıp, ağzımda
çağla, ev halkına Araboğlu Camisi’nin müezzini Ömer Hoca’dan önce iftarı muştulayabilmek
için, merdivenleri teyin/tehin (sincap) gibi çıkıyorum. Tek katlı bir yapının
damından üç mahalle ötede (Mansurdede, Gazidükkan, Alişahane) patlayan topun
alevini görmemizi engelleyecek yapı yoktu sanırım.
Dördüncü
veya beşinci sınıftaydım, bayramdan sonra okul tatile giriyordu. Tatil uzun, iş
de çok! Ne yapsam, Bahçe mi? Dükkân mı? Hangisini seçersen seç, güneş doğmadan kalkmak
değişmez kural. Anamın, hadi oğlum kalk! Aptesini al gel buyruğunun ardında
babam olmasa, yorganı başıma çekerim de… Ama mümkün değil. Babam seccadede
yerini almış, hemen sağ arkasında yerimi alıp cazırtılı sesimle mırıltıdan az yüksek
tonda gamet getirilecek, sol arkamda yer alan annemle birlikte namaz eda edilecek.
Tavan çökmedikten gayrı bu durum değişmez.
Çay
konuk geldiğinde olur, evimizdeki porselen çaydanlıkta genellikle ayva yaprağı fokurdardı…
Ne güzel rengi olurdu ayva yaprağı suyunun. Çayın hamlığı, otsu kokusu, kekremsiliği
yoktu o güzel renkli sıcak ayva suyunda. Sabahları ayva suyu ile peynirimizi,
zeytinimizi, reçelimizi yer ya da çorbamızı içerek güne hazır olurdum. Yalnızca
bunlar için bile eski günlere dönülebilir.
1957/09/30 Karaman Belediyesi encümen kararı , Hacı Sami Tartan'ın Karadeğirmen'deki bahçesine çürük su verilmesi hakkında |
Gün
dikelmeye başladığında, içinde azık bulunan kamış sepet de bahçe mesaim için kulpundan
tutulmaya amade olurdu. Ahırda da iri gözleriyle beygir görünümündeki “gır/kır Kıbrıs
eşeği” batma zincirini zorlayarak semerini yerleştirmemi beklerdi. Semer de
semerdi ha. Aslında ona semer demek hakaretti! Sanki at eyeri gibiydi. Şasesi
demir, hem de beyaz demir, aksamı sahtiyan göndü. Bizim gır Kıbrıs eşeğinin
yanında Topal Gara Müftü’nün eşeği kırı (yavru) gibi kalırdı. Bizim eşek semizdi,
katır boyundaydı. Görünümü ‘pekosbil’in, tommiks’in atları gibiydi
ama, onca uğraşmama karşın, onlarınki gibi ıslık çalınca gelmesini öğretemedim.
Sikkesini çözünce alıp başını gider, ıslığımdan ağaçların dalları sarsılır,
bizim gır eşek hiç oralı olmaz yoncalığa doğru hızlı adımlarla yürürdü.
Bahçedeki
ilk görevim, ameleler gelmeden istimhanenin kapı ve pencerelerini açmaktı. Kimi
kez 15, kimi kez 20 kişilik ekip Gazalpa’ya yerleşmiş Yörük kadın/kızlarından
oluşuyordu. Pötükareli örtülerin altında kollarına taktıkları sepetlerle
geldiklerinde, önce dünkü yarım gün ala güneşten sonra istimhaneye alınan
150/180 tane 100x70 boyutunda iki, iki buçuk santimlik çıtalar arasına gerilmiş
galvanizli kümes telinden oluşan tezgeneleri dışarı çıkarıyorlar, kehribar
renginde kurumuş kayısı kurularını küfelere yerleştiriyorlardı. Sonra da
boşalan tezgeneleri yeni kaysıları yarabilmek için çayırlığa taşıyorlardı.
Onlar
kayısıları toplayıp, yarmaya başladıklarında benim gır eşekle yola düşüp,
Şıhalisultanı, Gazalpa köprüsünü geçip Kuyu Sokağı’nın girişindeki dolaplı
kuyudan su kaplarını doldurmam gerekiyordu. Heybenin bir gözünde kalaylı
güğümler, bir gözünde de adına fıçı denilen ağaç su kapları bulunuyordu. İş
bölümü tıkır tıkır yürüyor, çalışanlara dereden değil, kuyudan buz gibi su
getirmenin benim sorumluluğum olduğunun bilinciyle mutlu oluyordum.
Ala
güneşte gün boyu dinlenen tezgeneleri, gün inerken işçiler istimhaneye
yerleştiriyor, ben de iki odanın arasına bir peynir tenekesi kapağında bir avuç
kükürt yakıp kapı ve pencereleri sıkıca kapatıp kurutma İşleminin son aşamasını
gerçekleştiriyordum.
Çalışan
kadınlar tadına bakarak, gözlerine kestirerek seçtikleri kayısıları sepetlerine
doldurup hazırlandıklarında, çavuşlarına kişi başı üç liradan hesap ederek
ücretlerini ödeyip onları uğurluyordum. Benim işim daha bitmiyordu. Kapının kol
demirini takıp, siftinmeden eve dönüş için iki heybeyi ve orta boy dört sepeti
doldurup hazırlamam gerekiyordu. Avarın içinde dolaşıyor biber, domates, maydanoz,
töymeken/töhmeken, acur, salatalık toplayarak sepetlere yerleştiriyordum.
Yüksünmeden ivedi bir şekilde, hele biber toplarken o kokusu bir daha, bir daha
hızlanmamı kışkırtırdı.
Sebze
toplama işi tamamlandığında ikinci heybeye de sevimli camız boduğuna, ala ineğe
ve tabiî ki gır eşeğe akşam hediyesi olacak yonca yüklenecekti. Yoncalığa
giriyor, boyumdan büyük gosayı kavrayıp, avucu tükürükleyip işe girişiyordum,
Heybe
iki olunca eşeğe binmek güçleşiyor, özengiye ulaşamıyordum. İyi ki kapının
önünde dedemin binek taşı var…
Adamın
ayak bileğine kadar çıkan tozlu yollardan tıkıdık tıkıdık 15 dakikada evdeyim!
Ama
bir saniye durun, aşağıya Zeyve’nin krokisini bıraktım, benim eşekle geçtiğim
yolda sizler teknolojinin sağladığı olanaklarla gezip, dolaşın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder