01/06/2022

Atatürk’ün Atayurdu “Otantik Kent Taşkale”


Atatürk’ün Atayurdu “Otantik Kent Taşkale”

Yusuf Yıldırım

Gelenin de gidenin de haddi hesabı bilinemiyor! Karaman’a son yıllarda gelen ziyaretçi sayısında ciddi bir artış var. Ziyaretçi yüzüne hasret tarihi ve doğal mekanlar, gün olmuyor ki, misafirsiz kalsın. Corona salgınından önce Tartan Konağı, Aktekke (Mader-i Mevlâna Camii), Yunus Emre Camii ve Türbesi yığın yığın ziyaretçi almaktaydı.  Planlı programlı gelenler kadar yolunu düşürenler da var! 2020 Corona Salgını günlük hayatı kesintiye uğratsa da Karaman’da yoğun ilgi gören bir özel mekân daha var.

Taşkale!

Mercedes 301’lerin yaygın olduğu dönemlerde “Otantik Kent Taşkale” yazılı bir yolcu otobüsü vardı. Taşkale’den günübirlik gelen bu otobüs, Cumartesi Pazarı civarında, yolcusunu alıp ikindin geri dönerdi. Her ne kadar turistik bir taşıt olmasa da üzerindeki yazı bir farklılık oluşturuyor ve otobüse de bir şıklık havası veriyordu. Bir marka sloganı gibi olan “Otantik Kent Taşkale” ifadesi, Taşkale’ye biçilmiş kaftandır. Orada her şey gerçekten de özgün, doğal ve güzel. Manazan, tahıl anbarları, Gürlük, İncesu Mağarası, Taşkale’den İbrala Barajı’na kadar gelen vadi, huzur yüklü, seyri doyumsuz güzellikte...

İki güzellik eşlik eder, yol boyu. Bir yanda ovanın ortasında açmış tek başına bir gül goncası Karadağ; diğer yanda Karaman Organize Sanayi Bölgesi… Karaman-Ereğli Yolu’nun 12. kilometresinden Yeşildere-Taşkale yoluna sapılır. Eğer Akköprü’ye inen tepe üzerinden baraj, ova ve Karadağ manzarası temaşa edilmiyorsa yolculuk sıradanlığa boğulmuştur demektir. Çünkü uçsuz bucaksız Karaman Ovası’nı ve görkemli Karadağ’ı arkasına alan İbrala Barajı tabloluk görüntüsüyle doyumsuz bir güzelliğe aracılık etmektedir. Akköprü’den sonra İbrala-Taşkale Vadisi başlar. Kısmen basamaklı yamaçları ve kaya tepecikleri ile vadi; Ihlara’yı çağrıştırdığı gibi Amerikan Büyük Kanyonu’nu akıllara getirir. Ancak ne odur ne budur; tamamen kendine özgüdür İbrala-Taşkale Vadisi. Üstü açık bir tünel izlenimi veren vadinin seyri ile farkına varmadan önce Yeşildere’ye sonra Manazan’a gelinir.

Bizans’ın saklı şehri Manazan!

Manazan Mağarası, Manazan köyü, Manazan Vadisi! Birçok adlandırma var. Ama orası tarih boyu bir şehir işlevini yerine getirmiş. Kuruluşu, Hristiyanlığın zorlu günlerini yaşadığı Pagan Roma dönemine rastlar. Bölgedeki Hristiyan inananlar, üzerlerindeki baskıdan kurtulmak, güvenli bir yere sığınmak için işlemesi kolay killi kireç taşından bu dağı oya oya kendilerine yurt yapmışlar. Hristiyanlık resmi din kabul edilip ortam rahatlasa da şehrin sahipleri burasını terk etmemiş. Osmanlı bölgeye geldiğinde de buradalarmış ve “karye-i Manazan” yani “Manazan köyü” olarak 15. yy’da kayıtlara geçmişler. Daha sonra nere gittiler, nereye yerleştiler bilinmez.


Gelelim Manazan’a!

Benzer ve çok tanınmış antik mekanlara bakaraktan burası, az bilinen ancak gelip görünce de ayrılması zor gelen tarihi bir yer. Tamamen savunmaya yönelik bir mağara! Mağara denilse de mağara filan değil, bildiğin kaya şehir. Beş kata kadar oyulan yerleşim yerinin iki katı zamanla çökmüş. Odaları, meydanları, tünelleri, basamaklı geçişleri ile labirent gibi bir mekân. Bölümler arası bazı geçişler o kadar dar ve alçak ki eğile eğile gitmek zorunda kalınıyor. Kalan 3 kat, dimdik ayakta. Üst katlarla bağlantı, tünel ve bacalarla sağlanmış. Bazı bacalar 7-8 metre uzunluğunda. Her bir kenarı yaklaşık 75 cm olan bu bacalardan yukarıya; eskiden insanlar bacaklarını gerip ayaklarıyla kenarlardan tutunarak çıkarlarmış. 80’lerde bu bacalara demir merdiven yapılmış. Cesaret edeceklerini sanmıyorum ama yükseklik ve daralma-boğulma korkusu olanlara toz toprak yuta yuta üst katlara tırmanmaları önerilmez.


Taşkaleli Mustafa Eraslan’ın 2018 yılında Youtube, İsmailCe programına verdiği bilgilere göre Manazan şöyle:

Burası beş katlı bir şehir. Birinci ve ikinci katlar enlemesine uzar. Birinci kat, bu şehrin kamusal ve sosyal alanı durumunda. Kaya mezarları, fırın, çarşı pazarı birinci katta imiş. İkinci kat ise tamamen ibadethanelerden; kilise, şapel ve toplantı alanlarından ve ayin yerlerinde oluşmakta.

Dikey katlar kum meydanı at meydanı ölüler meydanıdır.  Kum kalesi ortası koridorlu kenarlarında odacıkları, dip tarafta da sarnıcı bulunan bir kat. Adını da tabanında serili kumdan almaktadır. Burada sarnıç da var. Kumun bulunma sebebi, suyu süzme amaçlı. Süzülen su içmede kullanılıyor.

Taşkaleli Mustafa Eraslan sözlerine şöyle devam ediyor:


Kum kalesinden yukarı delinen baca ile at meydanına çıkılır. At meydanı beş buçuk metre yükseklik, beş metre genişlik ve yetmiş adım derinliği olan bir alan. Ayrıca bu katta 60 kadar oda var. At meydanı denmesinin sebebi burası atların yetiştirildiği ve sergilendiği alan. Manaza’nın ön tarafı çökmeden önce buraya bir geçit varmış oradan atlar getirilirmiş.


Mustafa Eraslan’ın son kata dair bildikleri şöyle:

Son kata ölüler meydanı denmesinin sebebi, burada başı kesik 500-600 ceset bulunmasındandır. İlk bulunduğunda sıra sıra dizili 100-150 cesedin tespit edilmesi, bir katliam ya da toplu intihar tahminlerini öne çıkarmış. Bir diğer ihtimal de şehrin mozolesidir burası! Hiçbir zarar görmeden taptaze bir bedenle bazı cesetlerin zamanımıza kadar gelmesi; killi kireç kayanın nem emici özelliğiyle standart sıcaklıktaki ortamına bağlanmaktadır. Bu cesetlerden sağlam durumda olan bir kadın cesedi, Karaman Müzesinde sergilenmektedir.

1850’lere kadar burada hayatın devam ettiği tahmin edilmektedir.



Manazan’dan çıkan o Bizans kızı!

1980’lerin başı! Bir çoban, ölüler meydanına kadar çıkar ve karanlıkta ayağı bir cisme çarpar. El yordamıyla yokladığında bunun bir insan bedeni olduğunu anlar. Bu ceset, 16-17 yaşında bir kız çocuğuna aittir. Cesedin en önemli özelliği, sabahtan giyinmişçesine ve saçının yenice taranıp örülmüşçesine taze oluşudur. Ceset buradan alınıp Karaman Müzesine götürülür. Kasları dolgun, yüz hatları belirgin ceset maalesef uygun koşullarda saklanamadığından zamanla kurumuş, kafatası parçalanmış ve saçları dökülerek dağılmıştır. C14 tekniğiyle yapılan tarihlendirmeye göre cesedin 1100’lere ait olduğu tespit edilmiş.

Atatürk’ün ata yurdu Taşkale

Mustafa Kemal Atatürk, her Konya ziyaretinde, “hemşerilerim”, “atalarımın yurdu Konya” sözleriyle bölgeye bir vurgu yapmıştır. Atayurdu olarak ünlense de Taşkale aynı zamanda Atatürk’ün anayurdu! Çünkü annesi Zübeyde Hanım da soylarının Karaman’dan geldiğini zaman zaman dile getirmiştir.

Selanik nere Karaman nere! O zaman Atatürk ile Karaman bağlantısı nasıl oluyor? Durum göründüğünden çokça farklı. Bulgaristan, Makedonya, Arnavutluk ve Yunanistan sınır hattını oluşturan bölgeler üzerinde yaşayan Türklerin tamamı Karamanlıdır. Sadece Osmanlı Arşivi söylemiyor bu bilgiyi! Orada yaşayanların da kendi beyanları bu yönde. Selanik, Gümülcine, Hasköy, Ohri, Üsküp ve Gostivar Türklerinin hemen hemen hepsi Karaman’a çok yakın; yakından da yakınlar! Bunlar öz be öz Karamanlıdır. Üstelik, boy pos ve tipleriyle Karaman’ın bir köyünden, bir mahallesinden gibidirler. Hepsi de nereden geldiklerini bilmekte ve dile getirmekteler.

Karaman’dan Balkanlara gidişin öyküsü nasıldır acaba? Zorakice mi gönüllüce midir?

Her şey Fatih’in Karaman Ülkesini tamamen aldığı 1474 yılı ile başlar. Şehrin ilim, sanat erbabı İstanbul Fatih Camii civarına yerleştirilirken Karamannâme’deki bilgilere göre de halk da zorla sürüle sürüle Balkanlara götürülür. Oraya yerleştirilen Karamanlılardan bir bölümü Kızıllar aşiretindendi. Kızıllar aşiretinin Karaman’da yaşayan önemli bölümü Taşkale ve Kızıllar Ağni köyündekilerdir. Ali Güler Bey’in araştırmalarında da ortaya çıkmıştır ki, Karaman’daki Kızıllar aşiretinden bir kısım da Kocacık köyüne yerleştirildiğinden Atatürk’ün soyu da Kızıllar aşiretine dayanmakta.



“Benim Ailem, Atatürk'ün Saklanan Ailesi” adlı kitapta Ali Güler Bey, Atatürk’ün soyuna dair tüm bilinmezleri ortaya çıkarmıştır. Kitaptaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere soy kütüğü 1700’lerden daha eskiye kadar götürülebilen Atatürk hem baba hem anne tarafından Karaman kökenlidir.

Taşkale’nin Kızıllar olmasına gelince!

Taşkale’nin Türklerden itibaren asıl adı Kızıllar’dır. 1960’lardaki yer isimleri değişikliğiyle köyün adı Taşkale yapılmış. Neden Kızıllar? Kızıllar, Oğuzların büyük kolu Bozulusların önemli aşiretlerindendir. Kalabalık gruplar halinde gelen Kızıllar diğer aşiretler gibi Anadolu’nun her yerine Anadolu Selçuklu Devleti tarafından dağıtılmış. İşte Taşkale’ye yerleştirilenler de Kızıllar aşiretinden birkaç oymaktır. Velhasıl, Selanik’e giden ve Atatürk’ün soyunu oluşturan Kızıllar aşireti ile Taşkale’deki Kızıllar aynıdır. Bu ilgi sadece ad ile sınırlı değildir. Taşkalelilerin hemen hemen hepsi Atatürk gibi mavi gözlüdür. Ali Güler Bey’in hiçbir belgeye ve kanıtlamaya gerek duymayan ilginç tespiti şöyledir:

Mesela Atatürk’ün baba soyunun da içinden çıktığı “Kızıl Oğuz (Kocacık) Yörükleri”ne mensup olup Rumeli’de ve Anadolu’da yaşayan bütün aşiretler ve oymaklar sarı saçlı ve mavi-yeşil gözlüdürler. Bunun uydurulmuş bir konu olup olmadığını anlamak için mesela Karaman’ın Taşkale Beldesi’ne gidilip gezilmesi yeterlidir. Atatürk’ün baba tarafından dedesi “Hafız Ahmet Efendi” ile kardeşi “Hafız Mehmet Emin Efendi”lerin “Kızıl” (kırmızı değil) lakapları “Kızıl Oğuz Yörükleri”ne mensup olmalarından ve onların fiziki özelliklerini taşımalarından dolayıdır (Güler, 2015: 27).

Taşkale; köklü bir Türk aşireti olduğu kadar zengin bir kültürel mirasa sahiptir. Tahıl ambarları, Taş Mescidi ve halıları başlı başına ziyaret sebebidir.

Taş Mescit

Şimdi bir cami düşünün ama beş dakika için hapşırtacak soğuklukta. Kaya içine oyulmuş kocaman bir yer, bu mescit. Çok tarihi görünmüyor ama ilginç, özgün bir mekân. İlk Hristiyanlık döneminde bir şapel olarak da yapıldığı tahmin edilmekte. İçinde de dışında da bir dönemi çağrıştıracak mimari bir üslup ya da süsleme görünmüyor. Yerden 5 metre kadar yükseklikte ve tamamen kayaya oyma bir tarihi eser. İçerisi 300 kişi alabiliyormuş. Mevcut haliyle mescit olarak kullanımda.

Kızıllar Ladiği: Taşkale Halısı

Taşkale’nin dillere destan halısı, seccadesi. Ta Osmanlı döneminde bile kayda değer biçimde anlatılmış. 1899 Konya Vilâyet Sâlnamesi’nde şöyle anlatılır bu halı:

Kızıllar ve Kızıllar Ağılı köylerinde dokunan halı seccadelerden tahmini 100.000 guruş kıymetle 1.000 adedi çeşitli yerlere götürülmektedir. Kullanılan kısmı Kayseri’den Avrupa’ya taşınmaktadır.

Merkez kazaya bağlı Kızıllar köyünde halı dokunduğu gibi Kayseri seccadelerine benzer özel ipek seccâdeler yapılabilmektedir.

 

 

Bilim alemine de girmiş Taşkale halısı!

Hem de Kızıllar Halısı olarak literatürde yer kazanmış. Halıda kullanılan 40 kadar desen; yastık, terk heybesi, çanta, seccadelere de işleniyormuş. Kök boyasını da köy ahalisi bu bölgeden üretiyor. Yine halı ipliği de kendi koyun yünlerinden. En çok sevdikleri renk, kahverengiye yakın kırmızı. Ceviz kabuğundan elde ediyorlarmış bu rengi. Hâkim sarı ve kırmızı renkteki motiflerden dolayı Kızıllar halısı; Ladik halıları ile benzerlik gösterdiğinden, “Kızıllar Ladiği” adıyla da tanınmış. Kızıllar halısına verilen ilginç özel isimler var: Embelli, mihraplı, kiliseli, tepsi, göbekli, post motifli, gölük sulu, tek göbekli, at göyneği, kuşlu, çöp sulu, dalak göbekli, mangal göbekli.

Geçmişten günümüze halıcılık, Taşkale’de yaşam biçimi. Öyle ki halı üzerinde doğan kız çocukları, halı ile oynarken büyüyüp yetişip birer halı ustası oluyorlar. Halıcılık o kadar ileri ki burada, bir ara 200 kadar halı tezgâhı var imiş, şimdi birkaç tezgâh var mıdır, sormak, araştırmak gerek.



Taş ambarlar, tahıl ambarları!

Köyde efsane gibi dolaşan bir buğday hikâyesi var!

Marshall yardımlarının yapıldığı 1950’ler. Taşkalelilere buğday dağıtılır. Herkes buğdayını eker, yetiştirir, biçer kaldırır, yıllarca. Kaderin cilvesi, köylülerden biri bir gün İstanbul’a gitmeye karar verir. Elindeki buğdayı ne yapacağını bilemez. “Nasıl olsa geri geleceğim, şu tohumları taş ambarda saklayayım.” diyerekten bir çuval buğdayı taş ambara koyar gider. Gidiş o gidiş. Aylar değil yıllar geçer ve emekli olduktan sonra bir gün köyüne geri döner. Akrabaları ve köylüleriyle bir akşam evinde sohbet ederler. Söz dolaşır durur ve o Marshall yardımlarıyla alınan buğdaylara gelir. İstanbul’a gidip de emekli olarak köyüne gelen o köylü, hemen ambara koyduğu tohumları hatırlar. Derler ki, gelin şu bir çuval tohuma bir bakalım!

Birkaç göz gezdirme sonrası nihayet emekli köylünün buğday ambarını tespit ederler. Herkes merak içindedir. Kimisine göre 50 yıl orada buğday durmaz. Birileri alıp gitmiştir. Kimisine göre de çimlenip çoktan çürümüştür. Öyle ya kaç yıl, kaç kış, kaç yaz geçmiş o zamandan beri. Ama o da ne? Emekli köylü, ambara çıktığında ne görsün? 50 yıl önce koyduğu o buğday çuvalı, koyduğu gibi duruyor. Ne çimlenme ne de bozulma tohumlara hiçbir şey olmamış.



Selçuk Üniversitesi uzmanları, bu durumu araştırır ve görürler ki, killi kireçli kaya, havadaki nemi emdiğinden ve 17 derecelik yaklaşık sıcaklık değişmediğinden bozunma, çürüme gibi kimyasal tepkimeler ambardan uzaktır. Bu yüzden, taş ambardaki buğdaylar, buzdolabında saklanmışçasına bir ortamda bulunduğundan hiçbir değişikliğe uğramamış.

700-800 yıllık olduğu gibi abartılı bir söylem olsa da köylülerin de çoğunun beyanına göre bu ambarlar 120-130 yıl önce yapılmaya başlanmıştır. Ambar sayısı günümüzde 250’ye ulaşmış. Çok yüksekteki ambarlara malzemeler makaralı askılar aracılığıyla çıkarılmakta.



Gürlük

Taşkale vadisinin karşı yamacında çok yeşil bir yer var. Oranın adı Gürlük’tür. Yerin altından fırtına kopmuşçasına gelen o ürkütücü sesi duyunca buraya “Gürlük” demenin az bile kaldığı daha iyi anlaşılır. Bu görklü ve içi titreten sesi duymak için ilkbaharda gelmek gerek buraya! Köyün iki kilometre kadar karşısı. Pınar ile köy arasında derin vadi var.  Burası ayrıca bir oksijen deposu. Mis gibi ortamda içe çekilen taptaze oksijen ferahlatırken pınardan çıkan buz gibi su serinletiverir.

Gürlük, 1980 yılındaki Belediye Başkanı Hasan Hüseyin Yeşildal’ın ıslahı ile turistik ve ekonomik değer kazanmış. Çevresi piknik alanına dönüştürülmüş. Bölgece tanınırlığı ve bilinirliği günden güne artmış. Kaynaktan gelen su ile yetişen alabalığın lezzetine diyebilecek bir söz yok. Ancak mekânın daha estetik daha münezzeh bir düzenlemeye ihtiyacı olduğu açıktır.



İncesu Mağarası


Geniş ağzıyla yamaçtan bakan bir mağara değil burası. Tersine öyle bakaraktan fark edilmeyen düz arazide düden gibi bir girişi var. Taşkale’nin güneydoğusunda 9 kilometrelik mesafede kırsaldadır. Mağara Osmanlı döneminde köylülerin her türlü zahire ve erzak koyduğu mahzen durumundaymış. Yakın tarihlerde bir ara narenciye deposu olarak da kullanılmış. Yazın soğuk, kışın sıcak bir ortamı var. Uzun ince bir mağara ve 1300 metre kadar gidilebiliyor. Ötesinde çökme ve yıkılma tehlikesi var.

Son zamanlarda buraya yürüyüş bantları yapıldı ve aydınlatma sistemi kuruldu. Üzerlerine yansıtılan yeşil, sarı, kırmızı renkli ışık altında dikit ve sarkıtlar farklı renklerde nesnelermiş gibi tabloluk görüntü vermekte. İncesu Mağarası içine girer girmez farklılığını ve olumlu etkisini göstermekte. Öyle ki, içe çekilen hava sanki bir ilaç, sanki bir çiçek kokusu. Ciğerler, her defasında daha fazla, kat kat soluk istemekte.




Bu kadar güzelliğe rağmen İncesu Mağarası’nın sorunları da var. Üstelik artmakta. Birinci sorun yön levhalarının eksikliği ve düzgün bir yol olmaması. İkinci sorun son zamanlarda mağara üzüntü verecek derecede ilgisizlik ve bakımsızlıkta. Maalesef bu kadar güzel bir mağarayla ilgilenecek ve ziyaretçileri karşılayacak bir görevli yok. Mağaranın elektriği de sürekli kapalı. Ayrıca aşırı nem elektrik kablolarına zarar verdiğinden ziyaret sırasında mağara içinde elektrikleri açmak da son derece tehlikeli.

İncesu Mağarası’nın bir diğer üzücü durumu da kırılmış ve koparılmış dikit ve sarkıtlar. Bazı ziyaretçiler hatıra saklamak amacıyla dikit ve sarkıtları kırıp götürmüşler, bazıları da bilinçsizce kırmış parçalamış.

Özgün metin için bakınız:


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder