Atatürk’ün Atayurdu “Otantik Kent Taşkale”
Yusuf Yıldırım
Gelenin de
gidenin de haddi hesabı bilinemiyor! Karaman’a son yıllarda gelen ziyaretçi
sayısında ciddi bir artış var. Ziyaretçi yüzüne hasret tarihi ve doğal mekanlar,
gün olmuyor ki, misafirsiz kalsın. Corona salgınından önce Tartan Konağı,
Aktekke (Mader-i Mevlâna Camii), Yunus Emre Camii ve Türbesi yığın yığın
ziyaretçi almaktaydı. Planlı programlı
gelenler kadar yolunu düşürenler da var! 2020 Corona Salgını günlük hayatı kesintiye
uğratsa da Karaman’da yoğun ilgi gören bir özel mekân daha var.
Taşkale!
Mercedes
301’lerin yaygın olduğu dönemlerde “Otantik Kent Taşkale” yazılı bir yolcu otobüsü
vardı. Taşkale’den günübirlik gelen bu otobüs, Cumartesi Pazarı civarında,
yolcusunu alıp ikindin geri dönerdi. Her ne kadar turistik bir taşıt olmasa da
üzerindeki yazı bir farklılık oluşturuyor ve otobüse de bir şıklık havası veriyordu.
Bir marka sloganı gibi olan “Otantik Kent Taşkale” ifadesi, Taşkale’ye biçilmiş
kaftandır. Orada her şey gerçekten de özgün, doğal ve güzel. Manazan, tahıl
anbarları, Gürlük, İncesu Mağarası, Taşkale’den İbrala Barajı’na kadar gelen
vadi, huzur yüklü, seyri doyumsuz güzellikte...
İki güzellik
eşlik eder, yol boyu. Bir yanda ovanın ortasında açmış tek başına bir gül
goncası Karadağ; diğer yanda Karaman Organize Sanayi Bölgesi… Karaman-Ereğli
Yolu’nun 12. kilometresinden Yeşildere-Taşkale yoluna sapılır. Eğer Akköprü’ye inen
tepe üzerinden baraj, ova ve Karadağ manzarası temaşa edilmiyorsa yolculuk
sıradanlığa boğulmuştur demektir. Çünkü uçsuz bucaksız Karaman Ovası’nı ve görkemli
Karadağ’ı arkasına alan İbrala Barajı tabloluk görüntüsüyle doyumsuz bir güzelliğe
aracılık etmektedir. Akköprü’den sonra İbrala-Taşkale Vadisi başlar. Kısmen
basamaklı yamaçları ve kaya tepecikleri ile vadi; Ihlara’yı çağrıştırdığı gibi Amerikan
Büyük Kanyonu’nu akıllara getirir. Ancak ne odur ne budur; tamamen kendine
özgüdür İbrala-Taşkale Vadisi. Üstü açık bir tünel izlenimi veren vadinin seyri
ile farkına varmadan önce Yeşildere’ye sonra Manazan’a gelinir.
Bizans’ın saklı şehri Manazan!
Manazan
Mağarası, Manazan köyü, Manazan Vadisi! Birçok adlandırma var. Ama orası tarih
boyu bir şehir işlevini yerine getirmiş. Kuruluşu, Hristiyanlığın zorlu
günlerini yaşadığı Pagan Roma dönemine rastlar. Bölgedeki Hristiyan inananlar, üzerlerindeki
baskıdan kurtulmak, güvenli bir yere sığınmak için işlemesi kolay killi kireç
taşından bu dağı oya oya kendilerine yurt yapmışlar. Hristiyanlık resmi din
kabul edilip ortam rahatlasa da şehrin sahipleri burasını terk etmemiş. Osmanlı
bölgeye geldiğinde de buradalarmış ve “karye-i Manazan” yani “Manazan
köyü” olarak 15. yy’da kayıtlara geçmişler. Daha sonra nere gittiler,
nereye yerleştiler bilinmez.
Gelelim Manazan’a!
Benzer ve çok
tanınmış antik mekanlara bakaraktan burası, az bilinen ancak gelip görünce de ayrılması
zor gelen tarihi bir yer. Tamamen savunmaya yönelik bir mağara! Mağara denilse
de mağara filan değil, bildiğin kaya şehir. Beş kata kadar oyulan yerleşim
yerinin iki katı zamanla çökmüş. Odaları, meydanları, tünelleri, basamaklı geçişleri
ile labirent gibi bir mekân. Bölümler arası bazı geçişler o kadar dar ve alçak
ki eğile eğile gitmek zorunda kalınıyor. Kalan 3 kat, dimdik ayakta. Üst katlarla
bağlantı, tünel ve bacalarla sağlanmış. Bazı bacalar 7-8 metre uzunluğunda. Her
bir kenarı yaklaşık 75 cm olan bu bacalardan yukarıya; eskiden insanlar
bacaklarını gerip ayaklarıyla kenarlardan tutunarak çıkarlarmış. 80’lerde bu
bacalara demir merdiven yapılmış. Cesaret edeceklerini sanmıyorum ama yükseklik
ve daralma-boğulma korkusu olanlara toz toprak yuta yuta üst katlara
tırmanmaları önerilmez.
Taşkaleli Mustafa
Eraslan’ın 2018 yılında Youtube, İsmailCe programına verdiği bilgilere göre
Manazan şöyle:
Burası beş katlı bir şehir. Birinci ve ikinci katlar enlemesine uzar. Birinci kat, bu şehrin kamusal ve sosyal alanı durumunda. Kaya mezarları, fırın, çarşı pazarı birinci katta imiş. İkinci kat ise tamamen ibadethanelerden; kilise, şapel ve toplantı alanlarından ve ayin yerlerinde oluşmakta.Dikey katlar kum meydanı at meydanı ölüler meydanıdır. Kum kalesi ortası koridorlu kenarlarında odacıkları, dip tarafta da sarnıcı bulunan bir kat. Adını da tabanında serili kumdan almaktadır. Burada sarnıç da var. Kumun bulunma sebebi, suyu süzme amaçlı. Süzülen su içmede kullanılıyor.
Taşkaleli Mustafa Eraslan sözlerine şöyle devam ediyor:
Kum kalesinden yukarı delinen baca ile at meydanına çıkılır. At meydanı beş buçuk metre yükseklik, beş metre genişlik ve yetmiş adım derinliği olan bir alan. Ayrıca bu katta 60 kadar oda var. At meydanı denmesinin sebebi burası atların yetiştirildiği ve sergilendiği alan. Manaza’nın ön tarafı çökmeden önce buraya bir geçit varmış oradan atlar getirilirmiş.
Mustafa Eraslan’ın son kata dair bildikleri şöyle:
Son kata ölüler meydanı denmesinin sebebi, burada başı kesik 500-600 ceset bulunmasındandır. İlk bulunduğunda sıra sıra dizili 100-150 cesedin tespit edilmesi, bir katliam ya da toplu intihar tahminlerini öne çıkarmış. Bir diğer ihtimal de şehrin mozolesidir burası! Hiçbir zarar görmeden taptaze bir bedenle bazı cesetlerin zamanımıza kadar gelmesi; killi kireç kayanın nem emici özelliğiyle standart sıcaklıktaki ortamına bağlanmaktadır. Bu cesetlerden sağlam durumda olan bir kadın cesedi, Karaman Müzesinde sergilenmektedir.
1850’lere kadar burada hayatın devam ettiği tahmin edilmektedir.
Manazan’dan çıkan o Bizans kızı!
1980’lerin başı!
Bir çoban, ölüler meydanına kadar çıkar ve karanlıkta ayağı bir cisme çarpar.
El yordamıyla yokladığında bunun bir insan bedeni olduğunu anlar. Bu ceset, 16-17
yaşında bir kız çocuğuna aittir. Cesedin en önemli özelliği, sabahtan giyinmişçesine
ve saçının yenice taranıp örülmüşçesine taze oluşudur. Ceset buradan alınıp
Karaman Müzesine götürülür. Kasları dolgun, yüz hatları belirgin ceset maalesef
uygun koşullarda saklanamadığından zamanla kurumuş, kafatası parçalanmış ve
saçları dökülerek dağılmıştır. C14 tekniğiyle yapılan tarihlendirmeye göre
cesedin 1100’lere ait olduğu tespit edilmiş.
Atatürk’ün ata yurdu Taşkale
Mustafa Kemal
Atatürk, her Konya ziyaretinde, “hemşerilerim”, “atalarımın yurdu Konya” sözleriyle
bölgeye bir vurgu yapmıştır. Atayurdu olarak ünlense de Taşkale aynı zamanda
Atatürk’ün anayurdu! Çünkü annesi Zübeyde Hanım da soylarının Karaman’dan
geldiğini zaman zaman dile getirmiştir.
Selanik nere
Karaman nere! O zaman Atatürk ile Karaman bağlantısı nasıl oluyor? Durum
göründüğünden çokça farklı. Bulgaristan, Makedonya, Arnavutluk ve Yunanistan
sınır hattını oluşturan bölgeler üzerinde yaşayan Türklerin tamamı Karamanlıdır.
Sadece Osmanlı Arşivi söylemiyor bu bilgiyi! Orada yaşayanların da kendi beyanları
bu yönde. Selanik, Gümülcine, Hasköy, Ohri, Üsküp ve Gostivar Türklerinin hemen
hemen hepsi Karaman’a çok yakın; yakından da yakınlar! Bunlar öz be öz Karamanlıdır.
Üstelik, boy pos ve tipleriyle Karaman’ın bir köyünden, bir mahallesinden
gibidirler. Hepsi de nereden geldiklerini bilmekte ve dile getirmekteler.
Karaman’dan
Balkanlara gidişin öyküsü nasıldır acaba? Zorakice mi gönüllüce midir?
Her şey
Fatih’in Karaman Ülkesini tamamen aldığı 1474 yılı ile başlar. Şehrin ilim,
sanat erbabı İstanbul Fatih Camii civarına yerleştirilirken Karamannâme’deki
bilgilere göre de halk da zorla sürüle sürüle Balkanlara götürülür. Oraya
yerleştirilen Karamanlılardan bir bölümü Kızıllar aşiretindendi. Kızıllar
aşiretinin Karaman’da yaşayan önemli bölümü Taşkale ve Kızıllar Ağni
köyündekilerdir. Ali Güler Bey’in araştırmalarında da ortaya çıkmıştır ki, Karaman’daki
Kızıllar aşiretinden bir kısım da Kocacık köyüne yerleştirildiğinden Atatürk’ün
soyu da Kızıllar aşiretine dayanmakta.
“Benim
Ailem, Atatürk'ün Saklanan Ailesi” adlı kitapta Ali Güler Bey, Atatürk’ün soyuna dair tüm
bilinmezleri ortaya çıkarmıştır. Kitaptaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere soy
kütüğü 1700’lerden daha eskiye kadar götürülebilen Atatürk hem baba hem anne
tarafından Karaman kökenlidir.
Taşkale’nin Kızıllar olmasına gelince!
Taşkale’nin
Türklerden itibaren asıl adı Kızıllar’dır. 1960’lardaki yer isimleri
değişikliğiyle köyün adı Taşkale yapılmış. Neden Kızıllar? Kızıllar, Oğuzların
büyük kolu Bozulusların önemli aşiretlerindendir. Kalabalık gruplar halinde
gelen Kızıllar diğer aşiretler gibi Anadolu’nun her yerine Anadolu Selçuklu
Devleti tarafından dağıtılmış. İşte Taşkale’ye yerleştirilenler de Kızıllar
aşiretinden birkaç oymaktır. Velhasıl, Selanik’e giden ve Atatürk’ün soyunu
oluşturan Kızıllar aşireti ile Taşkale’deki Kızıllar aynıdır. Bu ilgi sadece ad
ile sınırlı değildir. Taşkalelilerin hemen hemen hepsi Atatürk gibi mavi
gözlüdür. Ali Güler Bey’in hiçbir belgeye ve kanıtlamaya gerek duymayan ilginç
tespiti şöyledir:
Mesela Atatürk’ün baba soyunun da içinden çıktığı “Kızıl Oğuz (Kocacık) Yörükleri”ne mensup olup Rumeli’de ve Anadolu’da yaşayan bütün aşiretler ve oymaklar sarı saçlı ve mavi-yeşil gözlüdürler. Bunun uydurulmuş bir konu olup olmadığını anlamak için mesela Karaman’ın Taşkale Beldesi’ne gidilip gezilmesi yeterlidir. Atatürk’ün baba tarafından dedesi “Hafız Ahmet Efendi” ile kardeşi “Hafız Mehmet Emin Efendi”lerin “Kızıl” (kırmızı değil) lakapları “Kızıl Oğuz Yörükleri”ne mensup olmalarından ve onların fiziki özelliklerini taşımalarından dolayıdır (Güler, 2015: 27).
Taşkale; köklü
bir Türk aşireti olduğu kadar zengin bir kültürel mirasa sahiptir. Tahıl ambarları,
Taş Mescidi ve halıları başlı başına ziyaret sebebidir.
Taş Mescit
Şimdi bir cami
düşünün ama beş dakika için hapşırtacak soğuklukta. Kaya içine oyulmuş kocaman
bir yer, bu mescit. Çok tarihi görünmüyor ama ilginç, özgün bir mekân. İlk
Hristiyanlık döneminde bir şapel olarak da yapıldığı tahmin edilmekte. İçinde
de dışında da bir dönemi çağrıştıracak mimari bir üslup ya da süsleme
görünmüyor. Yerden 5 metre kadar yükseklikte ve tamamen kayaya oyma bir tarihi
eser. İçerisi 300 kişi alabiliyormuş. Mevcut haliyle mescit olarak kullanımda.
Kızıllar Ladiği: Taşkale Halısı
Taşkale’nin
dillere destan halısı, seccadesi. Ta Osmanlı döneminde bile kayda değer biçimde
anlatılmış. 1899 Konya Vilâyet Sâlnamesi’nde şöyle anlatılır bu halı:
Kızıllar ve Kızıllar Ağılı köylerinde dokunan halı seccadelerden tahmini 100.000 guruş kıymetle 1.000 adedi çeşitli yerlere götürülmektedir. Kullanılan kısmı Kayseri’den Avrupa’ya taşınmaktadır.
Merkez kazaya bağlı Kızıllar köyünde halı dokunduğu gibi Kayseri seccadelerine benzer özel ipek seccâdeler yapılabilmektedir.
Bilim alemine de
girmiş Taşkale halısı!
Hem de Kızıllar
Halısı olarak literatürde yer kazanmış. Halıda kullanılan 40 kadar desen; yastık,
terk heybesi, çanta, seccadelere de işleniyormuş. Kök boyasını da köy ahalisi
bu bölgeden üretiyor. Yine halı ipliği de kendi koyun yünlerinden. En çok
sevdikleri renk, kahverengiye yakın kırmızı. Ceviz kabuğundan elde ediyorlarmış
bu rengi. Hâkim sarı ve kırmızı renkteki motiflerden dolayı Kızıllar halısı;
Ladik halıları ile benzerlik gösterdiğinden, “Kızıllar Ladiği” adıyla da
tanınmış. Kızıllar halısına verilen ilginç özel isimler var: Embelli, mihraplı,
kiliseli, tepsi, göbekli, post motifli, gölük sulu, tek göbekli, at göyneği,
kuşlu, çöp sulu, dalak göbekli, mangal göbekli.
Geçmişten
günümüze halıcılık, Taşkale’de yaşam biçimi. Öyle ki halı üzerinde doğan kız
çocukları, halı ile oynarken büyüyüp yetişip birer halı ustası oluyorlar. Halıcılık
o kadar ileri ki burada, bir ara 200 kadar halı tezgâhı var imiş, şimdi birkaç
tezgâh var mıdır, sormak, araştırmak gerek.
Taş ambarlar, tahıl ambarları!
Köyde efsane gibi dolaşan bir buğday hikâyesi var!
Marshall
yardımlarının yapıldığı 1950’ler. Taşkalelilere buğday dağıtılır. Herkes
buğdayını eker, yetiştirir, biçer kaldırır, yıllarca. Kaderin cilvesi, köylülerden
biri bir gün İstanbul’a gitmeye karar verir. Elindeki buğdayı ne yapacağını
bilemez. “Nasıl olsa geri geleceğim, şu tohumları taş ambarda saklayayım.”
diyerekten bir çuval buğdayı taş ambara koyar gider. Gidiş o gidiş. Aylar değil
yıllar geçer ve emekli olduktan sonra bir gün köyüne geri döner. Akrabaları ve
köylüleriyle bir akşam evinde sohbet ederler. Söz dolaşır durur ve o Marshall
yardımlarıyla alınan buğdaylara gelir. İstanbul’a gidip de emekli olarak köyüne
gelen o köylü, hemen ambara koyduğu tohumları hatırlar. Derler ki, gelin şu bir
çuval tohuma bir bakalım!
Birkaç göz
gezdirme sonrası nihayet emekli köylünün buğday ambarını tespit ederler. Herkes
merak içindedir. Kimisine göre 50 yıl orada buğday durmaz. Birileri alıp
gitmiştir. Kimisine göre de çimlenip çoktan çürümüştür. Öyle ya kaç yıl, kaç
kış, kaç yaz geçmiş o zamandan beri. Ama o da ne? Emekli köylü, ambara
çıktığında ne görsün? 50 yıl önce koyduğu o buğday çuvalı, koyduğu gibi
duruyor. Ne çimlenme ne de bozulma tohumlara hiçbir şey olmamış.
Selçuk
Üniversitesi uzmanları, bu durumu araştırır ve görürler ki, killi kireçli kaya,
havadaki nemi emdiğinden ve 17 derecelik yaklaşık sıcaklık değişmediğinden
bozunma, çürüme gibi kimyasal tepkimeler ambardan uzaktır. Bu yüzden, taş
ambardaki buğdaylar, buzdolabında saklanmışçasına bir ortamda bulunduğundan
hiçbir değişikliğe uğramamış.
700-800 yıllık
olduğu gibi abartılı bir söylem olsa da köylülerin de çoğunun beyanına göre bu ambarlar
120-130 yıl önce yapılmaya başlanmıştır. Ambar sayısı günümüzde 250’ye ulaşmış.
Çok yüksekteki ambarlara malzemeler makaralı askılar aracılığıyla çıkarılmakta.
Gürlük
Taşkale
vadisinin karşı yamacında çok yeşil bir yer var. Oranın adı Gürlük’tür. Yerin
altından fırtına kopmuşçasına gelen o ürkütücü sesi duyunca buraya “Gürlük”
demenin az bile kaldığı daha iyi anlaşılır. Bu görklü ve içi titreten sesi
duymak için ilkbaharda gelmek gerek buraya! Köyün iki kilometre kadar karşısı. Pınar
ile köy arasında derin vadi var. Burası
ayrıca bir oksijen deposu. Mis gibi ortamda içe çekilen taptaze oksijen
ferahlatırken pınardan çıkan buz gibi su serinletiverir.
Gürlük, 1980
yılındaki Belediye Başkanı Hasan Hüseyin Yeşildal’ın ıslahı ile turistik ve
ekonomik değer kazanmış. Çevresi piknik alanına dönüştürülmüş. Bölgece
tanınırlığı ve bilinirliği günden güne artmış. Kaynaktan gelen su ile yetişen
alabalığın lezzetine diyebilecek bir söz yok. Ancak mekânın daha estetik daha
münezzeh bir düzenlemeye ihtiyacı olduğu açıktır.
İncesu Mağarası
Son zamanlarda
buraya yürüyüş bantları yapıldı ve aydınlatma sistemi kuruldu. Üzerlerine
yansıtılan yeşil, sarı, kırmızı renkli ışık altında dikit ve sarkıtlar farklı
renklerde nesnelermiş gibi tabloluk görüntü vermekte. İncesu Mağarası içine
girer girmez farklılığını ve olumlu etkisini göstermekte. Öyle ki, içe çekilen
hava sanki bir ilaç, sanki bir çiçek kokusu. Ciğerler, her defasında daha fazla,
kat kat soluk istemekte.
İncesu Mağarası’nın bir diğer üzücü durumu da kırılmış ve koparılmış dikit ve sarkıtlar. Bazı ziyaretçiler hatıra saklamak amacıyla dikit ve sarkıtları kırıp götürmüşler, bazıları da bilinçsizce kırmış parçalamış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder