Geçenlerde bir akşam üstü Osman
Nuri abi, cep telefonu üzerinden bir yazıyı gösterip okudun mu diye sordu. Karaman
yerelinde şehrin nabzını tutan her türlü yazıya vaktim elverdiğince bakarım. Ahmet
Tek, Ahmet Küçükcicibıyık, Ahmet Mısırlıoğlu, Burhanettin Saygılı, Mestan
Karabacak, Osman Nuri Koçak, Ömer Karayumak, Tevfik Demir ve Yasemin
Küçükcicibıyık yazılarını sıkı takip ettiğim yazarlardandır. Ama Osman abinin
gösterdiği tipteki yazıları hiçbir şekilde görmem.
Bahse konu yazı, ulusal seviyede
uzmanlık isteyen bir alanda idi. Buradaki terslik ise yazan kişinin konuyla
uzaktan yakından alakası olmamasıydı. Bu cesaret ve özgüvenin nereden geldiğini
bir test etmek gerekti. Bu tür yazıların özgün olup olmadığını bilmek çok
kolaydır. Metinden alırsınız bir cümleyi ya da cümlenin yarısını, Google’da
aratırsınız. Metin eğer özgün ise sadece yayınlandığı sitede karşınıza çıkar.
Ama yazı bir aşırma ya da hırsızlık işi ise asıl kaynağını Google size kabak
gibi çıkartır. Yazık! Arattığımız metin, geçmiş yıllarda en az üç dört sitede
yayınlanmış. Bu nasıl bir iş. Hiç mi utanma sıkılma yok. Hangi devirdeyiz.
Birinin yıllarca süren emeği bir saniyelik kopyala yapıştır ile başkalarının adının
altında. Eskiden düşünce hırsızlığı yapanlar, ilgili metinleri ve bilgileri en
azından kendi cümlelerine dönüştürürdü. Şimdi çıkıyor biri, metnin tamamını
koyuyor sayfasına şipşak. Sürüden mal koparırcasına. Ama sürüden mal koparmak
da bu kadar kolay değil.
Allah’tan Karaman’da uyuyan
çoğunluğun yanında uyumayan bir azınlık var. Sorgulayan, irdeleyen, farkındalığa
sahip bir kesim. Ve bu nitelikli, bilinçli okuyucuların çoğu yadırganabilir
yazılarda mutlaka bana ulaşır ve görüşümü alır.
Bu kapsamda bu yazıyı kaleme
almakta niye kendimi hükümran gördüğümü yazının sonunda belirteceğim.
İster aşırma ister aleni hırsızlık
işi olsun; özgün olmayan yazılar özelinde maalesef sorun düşünülenden
sanılandan daha büyük. Köroğlu’nun Tüfeng icad oldu mertlik bozuldu, buyurduğu
gibi internet ve Google çıktı, herkes yazar oldu. Üretenle üretir görünenler
birbirine karıştı.
Yerelde çıkan
yazıları aşağıdaki gruplarda toplamak mümkündür. Üç aşağı beş yukarı küçük
şehirlerde böyle bir yazar/yazı yapısı oluşmuş durumda.
Siyaset, ahlak,
aşk, sevgi gibi herkesin konuştuğu genel konularda yazılanlar
Eğitim, spor,
sağlık gibi belli bir alanda ve belli bir yeterlilikte yazılanlar
Tarih, dil,
edebiyat, gezi gibi araştırma yazıları
Şehir, insan ve
kültür yazıları
Genel konularda
yazı yazmak olumlu sonuçları yanında önemli riskler de taşıyor yazar için. Yeni
yazıya başlayanlara internet ortamı çok büyük bir fırsat. Yavaştan yazı ve
yazarlığa ısınmak için bulunmaz bir ortam. Bu yazarların yazılarına sosyal
sorunlar, ahlak, felsefe, şiir ve edebiyat konu oluyor. Nedense de çoğu bir
türlü aradığını bulamaz; ne aradığını da bilmez. Rotasızdırlar. Oluşan sisli
havada derin düşünceye dayalı yazılar yazdıklarını sanırlar. Ne kadar güzel
yazdıklarını düşündükleri deneme türündeki yazılarına sonraki yıllarda baktıklarında
“Aaaa bunları ben mi yazmışım.” diye bir iç geçirirler. Bir müddet sonra ya pes
ederler ya da yeni bir rotaya yön çevirirler.
Bana göre genel
konuları yerelde işlemek büyük bir risk. Bu konularda ulusal yayın organlarında
sayısız yazar sayısız yazı var. Ayrıca ortalama okuyucunun bu konuda en az yazar
kadar görüşü ve düşüncesi var. Diyelim ki bir yazar çok özgün yazılar çıkarttı;
bu kez de hak ettiği kitleye ulaşmadan yazı düşük zeminde kaybolup gitmektedir.
Haricinde
yukarıdaki grupların hepsinde olduğu gibi sadece bir ya da iki alanda kalem
oynatan yazarlar da var. Yine bana göre şehrin -basılı elektronik- gazetesinde;
şehri, şehir sorunlarını daha genel anlamda şehir kültürünü çok iyi
yakalayabilen yazarlar özgün ve niteliklidir. Çünkü bu tür yazılar geleceğe
kayıt düşmekte ve şehrin arşivini oluşturmaktadır. Son derece dinamik ve akıcı bir
organizma olan kültürü yansıtabilen yazılar aynı oranda çok değerlidir. İnsanlığın
en büyük mirası, somut-soyut kültürel değerlerdir. O yüzden meslek, okul, iş
hatıraları, gezi-mekan ve iyi iş iyi insan örnekli yazılar daha anlamlı daha
dikkat çekicidir.
Yazı dünyası aşırı
çorak!
Burada iki
etken öne çıkmaktadır. Yazıların çoğu bir idealden yoksun; dikkat çekme, itibar
kazanma hatta narsist duygularla öylesine yazıldığından son derece niteliksizdir.
Bu tanıma uygun olarak iki güne bir yazı yayınlayan yazarlara
rastlanılmaktadır. Bu yazarlardan bazıları kendini acındırma yoluyla dedikodu biçiminde
yazılar yazarken bazıları da bilimsel kisve altında bir takım çarpıcı algı
teknikleriyle ortalama ve zayıf okuyucunun gözünü boyamakta hatta
aldatmaktadır. Ancak bu tip derinliksiz yazarlar sadece algı tekniğini
kullandıkları için gerçek alemde büyük itibar kaybına uğramakta, inandırıcılıkları
ve güvenilirlikleri kaybolmaktadır.
Oysa yazarların
gözden kaçırdıkları asıl nokta ise bilimsel temelliliktir. İster sözel isterse
de sayısal alanda olsun her çalışma bilimsel araştırma tekniğiyle yazılmalı ve
kendine has anlatım tekniklerini içermelidir. Orhan Pamuk ve romanları geniş
kitlelerce bilinir. Hatta Orhan Pamuk’un romanları mutlaka alınmalı biçiminde
bir algı da kitle psikolojisine hakimdir. Ama çok az kişi Orhan Pamuk’un roman
yazma tekniğinden haberdardır. Hakeza Mustafa Kutlu’nun da. Orhan Pamuk altı
ayını Amerika’da altı ayını Türkiye’de geçiren uluslararası yazarımız. Sizce
Orhan Pamuk günde kaç sayfa roman yazmaktadır. 5, 10, 20? Bilemediniz. Orhan
Pamuk bir romanına günde sadece yarım sayfa yazı yazmaktadır. Neden bu kadar az
yazıyor? Bilemiyor mu, acemi mi? Üretemiyor mu?
Çok yazmak
önemli olsaydı geçmişten günümüze tüm yazarlar kendi kitaplarıyla kütüphane
kurardı. Önemli olan nitelikli yazmaktır. Nitelikli yazacaksın ki, güçlü etki
bırakacak. 80 yıl yaşayan Yunus Emre’nin de sadece 250 civarı özgün şiiri var.
Orhan Pamuk da nitelikli ve etkin yazabilmek için günde yarım sayfa yazıp kalan
zamanını araştırma, irdeleme, inceleme ve okuma ile geçirmekte. Bu kadar.
Orhan Pamuk
bilimsel araştırma yöntemlerine göre günlük yarım sayfa roman yazarken iki güne
bir köşe yazısı çıkaran yazarların madeni nereden geliyor acaba?
Tabi ki, öyle
bir maden yok. Usul, yol yordam bilmemek var. Hırsızlık ve aşırma yöntemleriyle
utanmazca servis edilen yazıların durumu bambaşka.
Bilimsel
araştırma yöntemlerinin temel ilkelerini burada açıklamanın bir gereği yok. Ama
tüm dünyada kabul gördüğü üzere tüm bilim dallarının birincil ve ikincil
kaynakları var. Birincil kaynaklar olayın geçtiği zamanda üretilen her türlü belgedir.
İkincil kaynaklar olay zamanından sonra üçüncül kişiler tarafından duyuma dayalı
üretilir. Dolayısıyla ikincil kaynaklarda üçüncül kişilerin duygu ve
düşünceleri etkilidir. Gerçeklerden sapma vardır. Bu açıklamayı
Karamanoğulları’na özelleştirirsek arşiv belgeleri, Karaman beylerinin
mektupları, Karamanoğullarının cami, han, hamam, çeşme, köprü ve mezar taşı
gibi tarihi eserleri birincil kaynaktır. Bulunursa Hoca Dehhani’nin Alaaddin
Bey döneminde yazdığı Karamanname özgün olduğu için birincil kaynaktır.
Şikari’nin 16. yyda aslından yararlanarak yazdığı Karamanname ise ikincil kaynaktır.
Dil Fermanı’nın geçtiği tek kaynak olan Tevârih-i Âli Selçuk ikincil kaynaktır.
Eğer ferman günümüze gelse idi o birincil kaynak olacaktı. Yine sözlü kültür
yoluyla kuşaktan kuşağa gelen kültürel değerler de ikincil kaynaktır. İkincil
kaynaklar, birincil kaynaklar gibi tartışmasız doğru bilgi içeren belgeler
olarak kabul edilemez. Ancak birincil kaynaklarla uyumlu olup olmadıkları
süzgeçten geçtikten sonra kullanılabilir.
Bu noktada
soralım bakalım!
Eski yazı
okuması bilmeyenler, kitabe okuyamayanlar, Arapça Farsça bilmeyenler ve
bilimsel araştırma yöntemine sahip olmayanlar nasıl bir konunun uzmanı
oluyorlar? Ben cevabını vereyim. İnternette aradığınız sayfalara ulaşıp buradaki
bilgileri kendiniz yazmış gibi algı yaratırsanız kimsenin ruhu duymaz, perde
arkasında olanları. Belli bir kitleye ulaşınca da bu duruma kendiniz de inanıp
bir yalan rüzgârı üzerinde uçar durursunuz…
Yazı dünyasındaki çoraklığın ikinci
nedeni yazarların ileri düzey yazı yazma tekniğine sahip olmamasıdır. Yazı
yazmak çok ciddi bir iştir, emektir daha ötesinde bir sanattır. Kelimeleri arka
arkaya sıralayarak oluşturulan cümleler maalesef yazı olmuyor. Liselerde
verilen kompozisyon derslerinde bir yazının giriş gelişme ve sonuç bölümünden
oluştuğu öğretilirdi. Ayrıca başlık yazı içeriğini çağrıştıracak biçimde
olmalıydı.
Son yıllarda büyük şehirler başta
çoğu şehirde yazarlık atölyeleri açılmakta ve yazı türlerine göre yazı yazma
yöntemleri öğretilmektedir. Yazma amacına göre yazı türleri; yazı türlerine
göre kullanılan anlatım yöntem ve teknikleri değişir. Bu arada yazarlık
atölyesinden sertifika alınca hemen yazar olunmuyor, bilinsin.
İyi örnekler
kadar çok çok kötü örnekler de yaygın maalesef.
İyi ve güzel
örnekler yaşanmamışçasına.
Taşralılık böyle
bir şey herhalde.
En iyisini ben
bilirim, benim bildiğim en iyisidir.
Her türlü yeniliğe gelişime kapalı
olmak. Her türlü imkana rağmen nedense taş devrinde hüküm sürüyor gibi olmak.
Bu konuda çok kötü örneklerle yakın
zamanda karşılaştım. Kurumsal bir proje kapsamında Yunus Emre, Mehmet Bey gibi
Karaman’ın beş büyük değeri için çocuklara yönelik hikayeler yazdırılmış.
Kapağı görünce çok sevindim. Çünkü benim de bu yönde olgunlaşmış düşüncelerim
var. Sayfaları karıştırırken sevincim iç burukluğuna ve şaşkınlığa dönüştü.
Hani hikayeciliği bilmesem
resimlere ve parlak sayfalara bakarak “Aaa ne kadar güzel bir eser. Tam
Karamanımıza layık kitaplar. Allah hazırlayanlardan razı olsun.” derim. Ama bu
kitaplar hikâye değil; çocuk hikayesi hiç değil. Burada yazılanlar dümdüz
makale.
6-10 yaş grubu çocuklar en fazla
5-6 kelimelik cümleler kurar, 7-8 kelimelik cümleleri anlarlar. O yüzden çocuk
hikayelerinin bir satırındaki kelime sayısı 8-9’u geçmez. Ama bu hikâye
kitaplarında 15, 20 kelimelik cümleler var. Çocuk hikayesinde bir cümlede 15
kelimenin kullanıldığı nerede görülmüş. Yetişkin hikayelerinde bile olmaz 15-20
kelimelik cümleler.
Ha bu arada bilimsel makalelerde
bile kullanılan dilin gayet sade gayet anlaşılır olması esastır. Eskidendi, o
çok uzun tanım cümleleriyle anlaşılmaz metinler yazmak. Şöyle yapalım. Bu hikâye
diye yazılan metinleri gelin evimizden ve sokaktan çocuklara okutalım. Bir,
bakalım metni sonuna kadar götürebilecekler mi? İki, akıcı ve zevkli
okuyabilecekler mi? Üç, çocukları sınava tutalım; bakalım ne kadar anlamışlar? Çocukları
boş verin bu tür metinleri yetişkinler okuyamaz anlayamaz.
Çocuk, hareket
enerji.
Çocuk, hayal
yüklü taptaze zihin.
Çocuk hikayeleri de hayaller
üzerinden gider. Hem tüm projelerimiz bir hayalle başlamıyor mu? Dolayısıyla
onlara yazılan hikayeler de akıcı ve hayal dünyası katıklı olmalıdır.
Çocuk hikayesine oynayan kalem
aymazca hadsizce.
Hikayeleri yazdırmak için de etiketli
isimler kullanılmış. Türkiye’de de dünyada da isim yapmış hikâye-roman
yazarlarının etiketi unvanı yoktur. İstisnalar da etiket ve unvanlarından
dolayı değil, yine yetenek ve becerilerinden dolayı hikâye roman yazarıdır.
Peki sözde proje yürütücü ve uygulayıcıları neden etiket ve unvan sahipleriyle
çalıştı? Küçük yeriz, herkes keriz, yapılsa da itiraz, ne fark ederiz
mantığıyla mı hareket edildi. Amaç iş yapmak değil. İş başka amaç niyet başka.
İş her ne kadar toplumsal ve kültürel çalışma görüntülü olsa da kişisel amaçlar
doğrultusunda maddi çıkar ve menfaat kazanımı olduğu açıktır. Niyet halis
olmayınca da ortaya çıkan iş de toplum yararına insan yararına olmuyor. Zaten
de böyle bir projeden kimsenin haberi yok. İnsan yararına olan projelerden
dalga dalga kitlelerin haberi olur.
Küçük menfaatler, küçük hevesler
insan onurunun önüne geçmemeli.
Bu yazıyı yazmada kendimi hükümran
gördüğümü söylemiştim.
Her üniversite öğrencisine verilen
“bilimsel araştırma yöntemleri” diye bir ders vardır. Maalesef yasak savma
biçiminde verilen bu dersi her öğrenci bir şekilde geçer. Tıpkı yabancı dil
dersi gibi.
Ben bilimsel araştırma yöntemleri
dersini İlmi Araştırma Usulleri adıyla, 1994 yılında Prof. Dr. Mübahat
Kütükoğlu Hoca’dan yüksek not ile aldım. Prof. Dr. Mübahat Kütükoğlu Hoca
bilimsel disiplinden taviz vermeyen Osmanlı tarihi ve Osmanlı arşivi alanında dünyaca
kabul görmüş bir otoritedir. Kitapları ve makaleleri alanında ana kaynaktır. Bu
ders İstanbul Üniversitesi Tarih ve Arşivcilik Bölümü öğrencileri için ana ders
idi. Bu dersi geçemeyen mezun olamazdı. Uygulamalı bir ders olduğu için her
konu sonunda mutlaka bir araştırma yapar ve bu araştırmayı hocaya sunardık…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder