17/07/2019

Kimler sözde yazar kimler gerçek yazar?

 

Geçenlerde bir akşam üstü Osman Nuri abi, cep telefonu üzerinden bir yazıyı gösterip okudun mu diye sordu. Karaman yerelinde şehrin nabzını tutan her türlü yazıya vaktim elverdiğince bakarım. Ahmet Tek, Ahmet Küçükcicibıyık, Ahmet Mısırlıoğlu, Burhanettin Saygılı, Mestan Karabacak, Osman Nuri Koçak, Ömer Karayumak, Tevfik Demir ve Yasemin Küçükcicibıyık yazılarını sıkı takip ettiğim yazarlardandır. Ama Osman abinin gösterdiği tipteki yazıları hiçbir şekilde görmem.

Bahse konu yazı, ulusal seviyede uzmanlık isteyen bir alanda idi. Buradaki terslik ise yazan kişinin konuyla uzaktan yakından alakası olmamasıydı. Bu cesaret ve özgüvenin nereden geldiğini bir test etmek gerekti. Bu tür yazıların özgün olup olmadığını bilmek çok kolaydır. Metinden alırsınız bir cümleyi ya da cümlenin yarısını, Google’da aratırsınız. Metin eğer özgün ise sadece yayınlandığı sitede karşınıza çıkar. Ama yazı bir aşırma ya da hırsızlık işi ise asıl kaynağını Google size kabak gibi çıkartır. Yazık! Arattığımız metin, geçmiş yıllarda en az üç dört sitede yayınlanmış. Bu nasıl bir iş. Hiç mi utanma sıkılma yok. Hangi devirdeyiz. Birinin yıllarca süren emeği bir saniyelik kopyala yapıştır ile başkalarının adının altında. Eskiden düşünce hırsızlığı yapanlar, ilgili metinleri ve bilgileri en azından kendi cümlelerine dönüştürürdü. Şimdi çıkıyor biri, metnin tamamını koyuyor sayfasına şipşak. Sürüden mal koparırcasına. Ama sürüden mal koparmak da bu kadar kolay değil.

Allah’tan Karaman’da uyuyan çoğunluğun yanında uyumayan bir azınlık var. Sorgulayan, irdeleyen, farkındalığa sahip bir kesim. Ve bu nitelikli, bilinçli okuyucuların çoğu yadırganabilir yazılarda mutlaka bana ulaşır ve görüşümü alır.

Bu kapsamda bu yazıyı kaleme almakta niye kendimi hükümran gördüğümü yazının sonunda belirteceğim.

İster aşırma ister aleni hırsızlık işi olsun; özgün olmayan yazılar özelinde maalesef sorun düşünülenden sanılandan daha büyük. Köroğlu’nun Tüfeng icad oldu mertlik bozuldu, buyurduğu gibi internet ve Google çıktı, herkes yazar oldu. Üretenle üretir görünenler birbirine karıştı.

Yerelde çıkan yazıları aşağıdaki gruplarda toplamak mümkündür. Üç aşağı beş yukarı küçük şehirlerde böyle bir yazar/yazı yapısı oluşmuş durumda.

Siyaset, ahlak, aşk, sevgi gibi herkesin konuştuğu genel konularda yazılanlar

Eğitim, spor, sağlık gibi belli bir alanda ve belli bir yeterlilikte yazılanlar

Tarih, dil, edebiyat, gezi gibi araştırma yazıları

Şehir, insan ve kültür yazıları

Genel konularda yazı yazmak olumlu sonuçları yanında önemli riskler de taşıyor yazar için. Yeni yazıya başlayanlara internet ortamı çok büyük bir fırsat. Yavaştan yazı ve yazarlığa ısınmak için bulunmaz bir ortam. Bu yazarların yazılarına sosyal sorunlar, ahlak, felsefe, şiir ve edebiyat konu oluyor. Nedense de çoğu bir türlü aradığını bulamaz; ne aradığını da bilmez. Rotasızdırlar. Oluşan sisli havada derin düşünceye dayalı yazılar yazdıklarını sanırlar. Ne kadar güzel yazdıklarını düşündükleri deneme türündeki yazılarına sonraki yıllarda baktıklarında “Aaaa bunları ben mi yazmışım.” diye bir iç geçirirler. Bir müddet sonra ya pes ederler ya da yeni bir rotaya yön çevirirler.

Bana göre genel konuları yerelde işlemek büyük bir risk. Bu konularda ulusal yayın organlarında sayısız yazar sayısız yazı var. Ayrıca ortalama okuyucunun bu konuda en az yazar kadar görüşü ve düşüncesi var. Diyelim ki bir yazar çok özgün yazılar çıkarttı; bu kez de hak ettiği kitleye ulaşmadan yazı düşük zeminde kaybolup gitmektedir.

Haricinde yukarıdaki grupların hepsinde olduğu gibi sadece bir ya da iki alanda kalem oynatan yazarlar da var. Yine bana göre şehrin -basılı elektronik- gazetesinde; şehri, şehir sorunlarını daha genel anlamda şehir kültürünü çok iyi yakalayabilen yazarlar özgün ve niteliklidir. Çünkü bu tür yazılar geleceğe kayıt düşmekte ve şehrin arşivini oluşturmaktadır. Son derece dinamik ve akıcı bir organizma olan kültürü yansıtabilen yazılar aynı oranda çok değerlidir. İnsanlığın en büyük mirası, somut-soyut kültürel değerlerdir. O yüzden meslek, okul, iş hatıraları, gezi-mekan ve iyi iş iyi insan örnekli yazılar daha anlamlı daha dikkat çekicidir.

Yazı dünyası aşırı çorak!

Burada iki etken öne çıkmaktadır. Yazıların çoğu bir idealden yoksun; dikkat çekme, itibar kazanma hatta narsist duygularla öylesine yazıldığından son derece niteliksizdir. Bu tanıma uygun olarak iki güne bir yazı yayınlayan yazarlara rastlanılmaktadır. Bu yazarlardan bazıları kendini acındırma yoluyla dedikodu biçiminde yazılar yazarken bazıları da bilimsel kisve altında bir takım çarpıcı algı teknikleriyle ortalama ve zayıf okuyucunun gözünü boyamakta hatta aldatmaktadır. Ancak bu tip derinliksiz yazarlar sadece algı tekniğini kullandıkları için gerçek alemde büyük itibar kaybına uğramakta, inandırıcılıkları ve güvenilirlikleri kaybolmaktadır.

Oysa yazarların gözden kaçırdıkları asıl nokta ise bilimsel temelliliktir. İster sözel isterse de sayısal alanda olsun her çalışma bilimsel araştırma tekniğiyle yazılmalı ve kendine has anlatım tekniklerini içermelidir. Orhan Pamuk ve romanları geniş kitlelerce bilinir. Hatta Orhan Pamuk’un romanları mutlaka alınmalı biçiminde bir algı da kitle psikolojisine hakimdir. Ama çok az kişi Orhan Pamuk’un roman yazma tekniğinden haberdardır. Hakeza Mustafa Kutlu’nun da. Orhan Pamuk altı ayını Amerika’da altı ayını Türkiye’de geçiren uluslararası yazarımız. Sizce Orhan Pamuk günde kaç sayfa roman yazmaktadır. 5, 10, 20? Bilemediniz. Orhan Pamuk bir romanına günde sadece yarım sayfa yazı yazmaktadır. Neden bu kadar az yazıyor? Bilemiyor mu, acemi mi? Üretemiyor mu?

Çok yazmak önemli olsaydı geçmişten günümüze tüm yazarlar kendi kitaplarıyla kütüphane kurardı. Önemli olan nitelikli yazmaktır. Nitelikli yazacaksın ki, güçlü etki bırakacak. 80 yıl yaşayan Yunus Emre’nin de sadece 250 civarı özgün şiiri var. Orhan Pamuk da nitelikli ve etkin yazabilmek için günde yarım sayfa yazıp kalan zamanını araştırma, irdeleme, inceleme ve okuma ile geçirmekte. Bu kadar.

Orhan Pamuk bilimsel araştırma yöntemlerine göre günlük yarım sayfa roman yazarken iki güne bir köşe yazısı çıkaran yazarların madeni nereden geliyor acaba?

Tabi ki, öyle bir maden yok. Usul, yol yordam bilmemek var. Hırsızlık ve aşırma yöntemleriyle utanmazca servis edilen yazıların durumu bambaşka.

Bilimsel araştırma yöntemlerinin temel ilkelerini burada açıklamanın bir gereği yok. Ama tüm dünyada kabul gördüğü üzere tüm bilim dallarının birincil ve ikincil kaynakları var. Birincil kaynaklar olayın geçtiği zamanda üretilen her türlü belgedir. İkincil kaynaklar olay zamanından sonra üçüncül kişiler tarafından duyuma dayalı üretilir. Dolayısıyla ikincil kaynaklarda üçüncül kişilerin duygu ve düşünceleri etkilidir. Gerçeklerden sapma vardır. Bu açıklamayı Karamanoğulları’na özelleştirirsek arşiv belgeleri, Karaman beylerinin mektupları, Karamanoğullarının cami, han, hamam, çeşme, köprü ve mezar taşı gibi tarihi eserleri birincil kaynaktır. Bulunursa Hoca Dehhani’nin Alaaddin Bey döneminde yazdığı Karamanname özgün olduğu için birincil kaynaktır. Şikari’nin 16. yyda aslından yararlanarak yazdığı Karamanname ise ikincil kaynaktır. Dil Fermanı’nın geçtiği tek kaynak olan Tevârih-i Âli Selçuk ikincil kaynaktır. Eğer ferman günümüze gelse idi o birincil kaynak olacaktı. Yine sözlü kültür yoluyla kuşaktan kuşağa gelen kültürel değerler de ikincil kaynaktır. İkincil kaynaklar, birincil kaynaklar gibi tartışmasız doğru bilgi içeren belgeler olarak kabul edilemez. Ancak birincil kaynaklarla uyumlu olup olmadıkları süzgeçten geçtikten sonra kullanılabilir.

Bu noktada soralım bakalım!

Eski yazı okuması bilmeyenler, kitabe okuyamayanlar, Arapça Farsça bilmeyenler ve bilimsel araştırma yöntemine sahip olmayanlar nasıl bir konunun uzmanı oluyorlar? Ben cevabını vereyim. İnternette aradığınız sayfalara ulaşıp buradaki bilgileri kendiniz yazmış gibi algı yaratırsanız kimsenin ruhu duymaz, perde arkasında olanları. Belli bir kitleye ulaşınca da bu duruma kendiniz de inanıp bir yalan rüzgârı üzerinde uçar durursunuz…

Yazı dünyasındaki çoraklığın ikinci nedeni yazarların ileri düzey yazı yazma tekniğine sahip olmamasıdır. Yazı yazmak çok ciddi bir iştir, emektir daha ötesinde bir sanattır. Kelimeleri arka arkaya sıralayarak oluşturulan cümleler maalesef yazı olmuyor. Liselerde verilen kompozisyon derslerinde bir yazının giriş gelişme ve sonuç bölümünden oluştuğu öğretilirdi. Ayrıca başlık yazı içeriğini çağrıştıracak biçimde olmalıydı.

Son yıllarda büyük şehirler başta çoğu şehirde yazarlık atölyeleri açılmakta ve yazı türlerine göre yazı yazma yöntemleri öğretilmektedir. Yazma amacına göre yazı türleri; yazı türlerine göre kullanılan anlatım yöntem ve teknikleri değişir. Bu arada yazarlık atölyesinden sertifika alınca hemen yazar olunmuyor, bilinsin.

İyi örnekler kadar çok çok kötü örnekler de yaygın maalesef.

İyi ve güzel örnekler yaşanmamışçasına.

Taşralılık böyle bir şey herhalde.

En iyisini ben bilirim, benim bildiğim en iyisidir.

Her türlü yeniliğe gelişime kapalı olmak. Her türlü imkana rağmen nedense taş devrinde hüküm sürüyor gibi olmak.

Bu konuda çok kötü örneklerle yakın zamanda karşılaştım. Kurumsal bir proje kapsamında Yunus Emre, Mehmet Bey gibi Karaman’ın beş büyük değeri için çocuklara yönelik hikayeler yazdırılmış. Kapağı görünce çok sevindim. Çünkü benim de bu yönde olgunlaşmış düşüncelerim var. Sayfaları karıştırırken sevincim iç burukluğuna ve şaşkınlığa dönüştü.

Hani hikayeciliği bilmesem resimlere ve parlak sayfalara bakarak “Aaa ne kadar güzel bir eser. Tam Karamanımıza layık kitaplar. Allah hazırlayanlardan razı olsun.” derim. Ama bu kitaplar hikâye değil; çocuk hikayesi hiç değil. Burada yazılanlar dümdüz makale.

6-10 yaş grubu çocuklar en fazla 5-6 kelimelik cümleler kurar, 7-8 kelimelik cümleleri anlarlar. O yüzden çocuk hikayelerinin bir satırındaki kelime sayısı 8-9’u geçmez. Ama bu hikâye kitaplarında 15, 20 kelimelik cümleler var. Çocuk hikayesinde bir cümlede 15 kelimenin kullanıldığı nerede görülmüş. Yetişkin hikayelerinde bile olmaz 15-20 kelimelik cümleler.

Ha bu arada bilimsel makalelerde bile kullanılan dilin gayet sade gayet anlaşılır olması esastır. Eskidendi, o çok uzun tanım cümleleriyle anlaşılmaz metinler yazmak. Şöyle yapalım. Bu hikâye diye yazılan metinleri gelin evimizden ve sokaktan çocuklara okutalım. Bir, bakalım metni sonuna kadar götürebilecekler mi? İki, akıcı ve zevkli okuyabilecekler mi? Üç, çocukları sınava tutalım; bakalım ne kadar anlamışlar? Çocukları boş verin bu tür metinleri yetişkinler okuyamaz anlayamaz.

Çocuk, hareket enerji.

Çocuk, hayal yüklü taptaze zihin.

Çocuk hikayeleri de hayaller üzerinden gider. Hem tüm projelerimiz bir hayalle başlamıyor mu? Dolayısıyla onlara yazılan hikayeler de akıcı ve hayal dünyası katıklı olmalıdır.

Çocuk hikayesine oynayan kalem aymazca hadsizce.

Hikayeleri yazdırmak için de etiketli isimler kullanılmış. Türkiye’de de dünyada da isim yapmış hikâye-roman yazarlarının etiketi unvanı yoktur. İstisnalar da etiket ve unvanlarından dolayı değil, yine yetenek ve becerilerinden dolayı hikâye roman yazarıdır. Peki sözde proje yürütücü ve uygulayıcıları neden etiket ve unvan sahipleriyle çalıştı? Küçük yeriz, herkes keriz, yapılsa da itiraz, ne fark ederiz mantığıyla mı hareket edildi. Amaç iş yapmak değil. İş başka amaç niyet başka. İş her ne kadar toplumsal ve kültürel çalışma görüntülü olsa da kişisel amaçlar doğrultusunda maddi çıkar ve menfaat kazanımı olduğu açıktır. Niyet halis olmayınca da ortaya çıkan iş de toplum yararına insan yararına olmuyor. Zaten de böyle bir projeden kimsenin haberi yok. İnsan yararına olan projelerden dalga dalga kitlelerin haberi olur.

Küçük menfaatler, küçük hevesler insan onurunun önüne geçmemeli.

Bu yazıyı yazmada kendimi hükümran gördüğümü söylemiştim.

Her üniversite öğrencisine verilen “bilimsel araştırma yöntemleri” diye bir ders vardır. Maalesef yasak savma biçiminde verilen bu dersi her öğrenci bir şekilde geçer. Tıpkı yabancı dil dersi gibi.

Ben bilimsel araştırma yöntemleri dersini İlmi Araştırma Usulleri adıyla, 1994 yılında Prof. Dr. Mübahat Kütükoğlu Hoca’dan yüksek not ile aldım. Prof. Dr. Mübahat Kütükoğlu Hoca bilimsel disiplinden taviz vermeyen Osmanlı tarihi ve Osmanlı arşivi alanında dünyaca kabul görmüş bir otoritedir. Kitapları ve makaleleri alanında ana kaynaktır. Bu ders İstanbul Üniversitesi Tarih ve Arşivcilik Bölümü öğrencileri için ana ders idi. Bu dersi geçemeyen mezun olamazdı. Uygulamalı bir ders olduğu için her konu sonunda mutlaka bir araştırma yapar ve bu araştırmayı hocaya sunardık…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder