01/05/2020

Yunus Emre’de Aşkın Niteliği

 

Yunus Emre’de Aşkın Niteliği

Yusuf Yıldırım 

İlk adum Yûnus’ıdı adumı ‘âşık dakdum

Terk itdüm od u edeb şöyle haber bırakdum

Yunus Emre’nin kendini âşık olarak nitelediği ve ilan ettiği şiiri, divanında geçmesine rağmen ön plana çıkmadı, maalesef dikkatlerden kaçtı. Her ne kadar âşık olarak bilinen Yunus Emre’nin “adumı ‘âşık dakdum” diyerekten kendisini âşık olarak ilan etmesi; irdeleme, inceleme ve değerlendirme gerektirecek kadar önemli bir konu. Çünkü bu unvanın geçtiği beyitte, nefs ve ruh düzeyinde bir niteleme, bir olgunluk seviyesi ve tarifi zor aşkın zirvesi var.

Beytin ikinci mısraında o zor zirveye bir değinme var! Aşk yolunda izlediği bir dizi yolu ve geçtiği aşamaları “Terk itdüm od u edeb” ifadesindeki üç kelimeyle topluca anlatmakta Yunus Emre. Mâsivâdan yani Allah için her şeyden vaz geçebilmenin adı olan “terk” kelime anlamıyla bir eylem olsa da hayat boyu devam eden büyük aşk sürecinin izlenme yoludur. Terkin iki aşamasını Yunus Emre “od” ve “edeb” ile gösterme yoluna gitmiş. İlginç bir benzetme ile nefis için od; ruh için “edeb” kelimesini kullanmış. Burada bir ayrıntı var. Nefsin en zor alt edilen unsuru şehvet yani cinsellik de od, ateş kaynaklı bir özelliktir. İncelik, ölçülülük, zarafet anlamına gelen edep; ahlakî davranışların en güzeli, zirvesi ruhun tam karşılığıdır.

Yunus Emre’nin “Terk itdüm od” tespiti/ifadesinin nefisten kurtulma olduğu anlaşılabilir, kabul edilebilirdir. Ya “edeb”i terk etme de ne oluyor? Edebi terk etme, edepten vaz geçme, yani insanın öz varlığını bile fedâsı ne anlama geliyor? Böyle bir şeyin olabilirliği somutça nasıl algılanabilecek, anlaşılabilecek? Görmediği bir varlık için insanın kendinden bile vazgeçmesi, kendini yok sayması neyle nasıl açıklanabilir ki? Bu nasıl bir aşk ki, görüneni görünmez; görünmezi görünür ediyor?

Aşka ancak berrak gönüller girer. Yüce aşka giderken bu kıvama gelebilmek için aşamalı uzun bir yol; bu yol üzerinde sıkı boğuşma isteyen bir dizi zorluk gösterir, Yunus Emre kılavuz haritasında. Hırsların, heveslerin girdabındaki kör küreden çıkılmalıdır öncelikle. Bir ömürlük hayatın yetmediği, her şey elde edilse de asla doyulmayan bir ortamdır bu kör küre. Bu küreyi kırmak sanıldığı gibi bir darbelik etki değildir. Tersine hayatın her anında tüm ortamlarda süregelen uğraşlar algoritmasıdır. Hayat boyu süren, yenik göründüğün anda galip, galip sandığında mağlup olduğun döngüsel bir savaşımdır bu.

Akl bir kişidür Hazret’e bakar

Uyarsan ‘akl-ı küllî sana bakar

Aşk erinin en önemli silahı (enerji kaynağı) akıldır, Yunus Emre’de. Ama hangi akıl? Akıl var, akıldan üstün; akıl var akıllardan daha da üstün. Düz akıl, günlük yaşama gömülmüş ve basit olaylara sıkışmış, şüphelerle kirlenmiş akıldır. Yunus Emre’nin bahsettiği akıl, üst akıldır. İnsanı denek tekerinden çıkaracak odur. O, arazlardan kurtulmuş; saf, süzülmüş olumsuzluklardan etkilenmeyen akıldır. Üst akıl, bu yönü ile öğrenmeye, gelişmeye, çok yönlü işlenmeye müsait bir enerjidir. Çünkü o ruhun merkezi, ruhun merkez noktasıdır. Evreni ve Allah’ı kavrayabilen küllî akıldır. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu!" Doğrusu ancak seçkin akıl sahipleri bunu anlar.” ayeti üst akılı çok iyi tanımlamakta. Zümer, 9. ayette aklın bir ürünü/bir sonucu olan “bilmeye” önemle vurgu yapılırken “bilmenin, ilmin kıymetini” de yine üst akılların bilebileceği “ulû’l-elbâb” terimiyle açıklanır. Buradaki “elbâb” “lübb”den çoğuldur. Her şeyin seçkini, saf olanı ve özüdür. Akl-ı selîm, seçkin akıl, üst akıl anlamındadır

Bir gün tururdum ‘akl katında

Ne lâyıkdur didüm Şâh Hazret’inde

Akıl boyutunda Allah’ı ve güzelliklerini görebilmek nasıl bir nasiptir. Ve onu karşılaştırabilecek, değerlendirecek bir ölçüt var mıdır? Bir kısa hikâye:

Çok ibadet eden bir kul, her ibadetinin sonunda “Allah’ım sana çok çok ibadet ediyorum. İbadetlerimin karşılığını ver ve beni cennetine koy!” diye dua edermiş. Ömrünü bu şekilde tamamlayarak öbür dünya göç etmiş. Allah da onu doğrudan cennete yerleştirmiş. Dualarının karşılığını gören kul da çok sevinmiş. Aradan 70 yıl gibi bir müddet geçer ve o kul bir anda kendini cehennemde bulur. Kul hemen Allah’a seslenir. Allah’ım o kadar yıl ibadet ettim, cennetindeydim şimdi ne oldu da cehennemine koydun beni. Bunun üzerine Allah kuluna şu soruyu sorar:

Bana bir ömür ibadet ettin de benim rızamı, benim hoşnutluğumu kaç kez istedin?..

Bu hikâyeden şu çıkar: Körü körüne ibadet buyruk içindir. Son derece önemsiz gibi görünen ama gönülden yapılan davranış bile Allah’ı hoşnut eder. Bu da aşk kıvılcımlarının patlaması demektir.

İlk bakışta çarpılma, görür görmez sevme, duygu patlaması, duygunun sel gibi akması vb. etkileşimler cismânî aşkta gerçekleşir. Bu basit ve yüzeysel sevmedir. İlâhî aşk ise öncesinde bir arayış, bir boşluk, bir tatminsizliktir. Tatminsizlik; mükemmeli görememe, ruhu dolduracak varlığın, hareket verecek bir enerjinin bulunamaması durumudur. Ancak ayrılık, hasret gibi acıya dayalı duygular da aşkı pekiştirir, yoğunluğunu arttır. Allah’ın mutlaklığını ve mükemmelliğini sanatı üzerinden tanımakla iyi bir şiiri, iyi bir yazıyı ya da iyi bir resmi anlamak arasında fark yoktur. Çünkü güzeli güzel yapan sadece görünüşü değil kimyasıdır.

Yunus Emre’nin yukarıdaki beyti ile Allah’ın “Ben bilinmez bir hazine idim bilinmek istedim.” sözü birbirine denk düşmektedir. Burada geçen “istedim” (ahbebtü) muhabbet, “bilinmek” (u‘refü) mârifet kökünden geldiği için mutasavvıflar kâinatın yaratılışını muhabbet ve mârifetle açıklamışlardır (TDV İA, Kenz-i Mahfi maddesi). Eğer Allah doğrudan bilinmek isteseydi, insanları ruhlar alemindeki haliyle bırakırdı. Orada tüm ruhlar Allah’ı görüyor, tanıyor ve biliyordu. Ama Allah düz ve basit bir sevgi istemedi. Allah sevgide, aşkta ispat istedi. Özden ve dıştan sevenlerin ayrılmasını istedi. Allah’ı özden sevmek için onu tüm özellikleriyle tanımak gerekiyordu. Onu tüm özellikleriyle ve eserleriyle tanımanın sevmenin yolu üst ve derin akıldan geçiyordu. Bir diğer deyişle saf bireyin aklı; irdeleme, çıkarım, buluş işlevinin sonucunda sezgisel kavrayışla saf ve yegâne varlık Allah’ı somutlaştırır, bilinçte tezahür edişine tanık olur. Bu bir estetik kavrayıştır ve gerçekleştiğinde irade onunla birlikte bilinçten bütünüyle kaybolur. Hasret, ıstırap, acı; kaynağı görmüştür. Ruh gördüğü güzele doğru koşma, ulaşma eylemini başlatacaktır. Doyum ve haz almanın kaynağının, ummanın orası olduğunu görmüştür çünkü.

Aşk savaş ister, zafer görmek ister. Zafer için birincil şart da aklı kamçılayacak olan iradedir, bilinçtir. Dişe dokunur başarılar için, keskin veya parlak bir zekâ yanında güçlü bir irade de gereklidir. İradenin gücü; zekayı /aklı, yorucu, uğraştırıcı ve dinlenme fırsatı vermeyen süreçlerin içine atıvermesi demektir. Her bir süreç insanı olgunlaştırmalı ve her bir başarı sonraki zorluklara hazırlamalıdır. Çünkü öyle sevivermek gibi küçücük ve basitçe bir eylem değildir aşk. Kalpte sevmeye dair oluşan ilk duygu aslında bir kabarmadır. Öz lezzeti tatmak için maşuktan sezgisel bir iz bir işaret gelmeli. Sevgi sanılan kalpteki kabarma aslında kuru kuruya esintiden başka bir şey değildir. O sebeple aşk yollarındaki dikenleri temizlemek için önce mücadele ve fedakarlıklar gerekecektir. Ya değilse ilk duyguyla aşk başlamış ve olgunlaşmış olurdu.

Yunus Emre zafer için “Cehd eyleyüb ol dosta irmeyen ‘âşık mıdur” sorusunu sorar.  Cehd etmek yani savaşmak; Allah dışındaki her nesneyi kalpten çıkarmak demektir. Ki bu üstün bir irade ve kararlılık isteyen zor bir tercihtir. Zor olana en zor cevap bir başka şiirinde “Bana verdin eş oğul kız/Andan bile vaz geçtim” biçimindedir. Çoluk çocuktan bile vaz geçebilmek aşkın bir başka adıdır işte. Vaz geçebilmenin bir diğer adı da Yunus’ta fedâdır. Fedâda son nokta kendini bile sevgili yolunda harcamaktır. Yunus, öz canının bile fedâsını“‘Âşık Yûnus sen cânunı dost yolına eyle fidî” örneğinde olduğu gibi birçok şiirinde açıklar.

Zaferin birçok aşaması vardır. “Tûl-u emel defterin dürmeyen ‘âşık mıdur” sorusunun cevabı aslında Peygamberimizin bir hadisinde yer alır. Tûl-ı emel yani bitmek bilmeyen istekler, insanı hayata dünyaya bağlayan zincirlerden biridir. Peygamberimiz bir gün toprağa üç çizgi çizer. Birinci çizgi hemen önünde ikincisi biraz ileride üçüncüsü daha ileridedir. Peygamberimiz çizgileri adlandırır. Birincisi şimdi, an, ikincisi ölüm, üçüncüsü emellerdir. Emellerin sınırı, ötesi yok ama ölüm ondan öncedir. Emeller insanı bu dünyaya bağlamaktan başka bir işe yaramaz.

Zafer gerektiren bir diğer yol da dertlenmek, acı çekmektir. Ayrılık, merak, her türlü bela, derttir, acıdır. Yunus bu durumu “İy Yûnus sen dostunun cefâsına katlangıl/Yüregine ‘ışk odın urmayan ‘âşık mıdur” sözleriyle açıklar. Nedensellikte acı, ıstırap; hasret, özlem kaynaklıdır. Seven, sevilenden, parça bütünden uzaktır. Uzaklık kavuşma hararetini arttırmaktadır.

Yunus Emre öncelikle aşk üzerinde bir farkındalık oluşturur. “‘Âşık oldum adum Yûnus ‘ışk oldı bana kulavuz” mısraında yolunu aşkla çizdiğini artık aşkın ardından gittiğini söyler. Buradan, gerçek aşkı bulmadan önce insanın yönsüz olduğu ve nereye gittiğini bilmediği anlamı da çıkar. Asıl sonuç ise, sevilenin varlık üzerine yansımasının keşfedilmesidir.

“İşidünüz iy yarenler ‘ışk bir güneşe benzer/‘Işkı olmayan gönül mesel-i taşa benzer” beytindeki güneş benzetmesi sıradan değildir. Aşkın insan gönlünü aydınlatışını giz olanı açık edişini vurgulamakta Yunus Emre. Aşksız gönüller taş gibi, tepkisiz, duygusuz ve tatsızdır. Çünkü içe, öze bir tesir bir sirâyet yoktur.

Yunus Emre’deki aşk tanımı duru ve çok yalındır. “‘Işka mesel baglanmaz ‘ışk ıssı hisâb olmaz/Dostlık ticâretinde anılmaz assı ziyân” sözlerinde aşkın bir şeye benzetilemeyeceği ve aşığın aşkında bir çıkarı bulunmadığı ne güzel vurgulanmıştır. Çünkü aşkın en büyük ödülü tattır, lezzettir. Aşk doyumsuzluk üzere kurulmuştur. Ve aşk alışverişinde kâr zarar diye bir şey yoktur.

Yunus Emre tecelliyi gözgü yani ayna mecazı ile açıklar. Bir şiirinde “Dost sûreti gözgü durur bakan kendü yüzin görür” mısraıyla, Allah’ın cemâlini görmek isteyenlerini kendi yüzlerine bakmasının yettiğini anlatır.

Bir başka şiirinde “Anun ‘ışkı gözgüsi kendüde gösterdi bizi” sözleriyle Allah’ı görmek için aşk aynasına bakmak gerektiğini söyler. Çünkü aşk aynası öteyi, manevi olanı göstermektedir.

Yunus Emre’nin aşk serüveninde kullandığı önemli mecazlardandır aşk ateşi. Aşk ateşi öyle adı gibi yanma değildir. “‘Işk odına yananlarun külli vücûdı nûr olur/Ol od bu oda benzemez hic belürmez zübânesi” beytinde söylediği gibi aşk ateşi, ruhun nur ile etkileşimi, iç içe geçmesi, nur ile dolmasıdır. Bu ateş bildiğimiz ateşe benzememekte;nur olduğu için “zübânesi belirmez” yani alev gibi ışık gibi parlamamaktadır. Burada Yunus Emre ruh ile ilâhî nurun temasını tepkimesini aşk ateşine benzetir.

Aslında ruh süzülüp saflaştıkça ilâhî nur ile etkileşimi artmaktadır. Belki de aşk ateşi için şu güzel benzetme de isabetlidir: İnsan oğlu soğana benzer. Girmeden önce acı. Çıkınca tatlıdır. İnsanı dert belâ ile sınava sokarlar. Eğer özü temiz ise girdiği gibi çıkar. Ama içinde özü bozan öz dışı maddeler var ise onlar da yanar geçer.

Bu durum bir hadîs-i kutsîyi de hatırlatmaktadır:

Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, beni andıkça ben onunla beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden anarım. O, beni bir cemaat içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, ben de onu bir o kadar mağfiretimle karşılarım.

Allah’ın kullarını gördüğünü, gördüğünü sezdirmesini Calderon, “Büyük Zenobia” adlı piyesinde çok güzel dile gelir. Decius:

 Tanrımdemek beni seviyorsun. Bunun uğruna binlerce zaferi feda edeceğim...”

Yunus Emre aşkın bir sonraki aşamasını, ruhun aşkla dolması olarak açıklar. “Hakîkat her vücudun cânı ‘ışkdur/Ne cân kim cân içinde cân-ı ‘ışkdur” beytinde her vücutta ruhun aşka dönüşmesinin tek gerçek olduğunu söyledikten sonra artık içinde Allah aşkı olmayan ruhun boş olduğunu kast eder.

Sonraki aşamada ruhun nurla dolması da tatmin etmez, anlamsızlık devam etmektedir. Bu öyle bir doyumsuzluktur ki, kişi varlığını bile fedâ etmektedir. “Ne sermâye ne varlık ne yok men” mısraında Yunus Emre’nin Allah aşkı karşısındaki değer sıralaması ilginçtir. Sermayeden, varlıktan vazgeçmek şöyle dursun, kendinden bile geçmiştir. Allah yanında öz benlik anlamını yitirmektedir. “Her cânlar ana perde ol nûr içinde nurda” mısraında tüm canlar, Allah’ın nuruna kümelenerek onu çevrelemiştir. Allah içten içedir.

Yunus’ta vuslat, maddi varlığın hiçleşmesidir. “Vaslat eri olan kişi gerek varlıgdan mahv ola” mısraıyla Allah’a ulaşmada ereğin gerçekleşmesinde, kulun üst benliğinden yani kendi özünden ferâgat etmesini ister. Kavuşma, erişme sonrası artık ne kendi özünün ne de diğer varlıkların bir anlamı kalmıştır. Calderon’un aşktaki fedası, Yunus Emre’de ve tasavvufta fenâ fillâh, yokluk, hiçlik durumuyla ilintilidir.

Âşıkların mutlaka vuslatı elde edeceklerini de vurgular Yunus Emre. “Yûnus sen ‘âşıkısan ‘ışka muvâfıkısan/Korkma ulaşugısan ne olursan olasın” beytinde aşkı kazananların vuslatı da kazanacaklarını müjdeler.

Yunus Emre aşkın her an bir tazelenme, bir doyumsuzluk olduğunu “Bir sâkîden icdük şarab ‘Arş’dan yüce meyhânesi/Ol sâkînün mestleriyüz cânlar anun piymânesi” beytiyle vurgular.

“Ben Hakk’ıla Hak olmışam agyâr iden gelsün berü” aşkın amacıdır. Artık Allah’a kavuşulmuştur. Ruh, Allah’ın nuruna tamamlanmıştır. Bundan sonrası dışarıda kalmak değil, Allah ile var olmaktır.

Örneklenen beyit ve mısralar “Divân-ı Yûnus Emre Karaman Nüshası”ndan alınmıştır.

Özgün metin için bakınız:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder