Yunus Emre’de
Aşkın Niteliği
Yusuf Yıldırım
İlk adum Yûnus’ıdı adumı ‘âşık dakdum
Terk itdüm od u edeb şöyle haber bırakdum
Yunus Emre’nin kendini âşık olarak nitelediği ve ilan ettiği şiiri,
divanında geçmesine rağmen ön plana çıkmadı, maalesef dikkatlerden kaçtı. Her
ne kadar âşık olarak bilinen Yunus Emre’nin “adumı ‘âşık dakdum” diyerekten kendisini
âşık olarak ilan etmesi; irdeleme, inceleme ve değerlendirme gerektirecek kadar
önemli bir konu. Çünkü bu unvanın geçtiği beyitte, nefs ve ruh düzeyinde bir
niteleme, bir olgunluk seviyesi ve tarifi zor aşkın zirvesi var.
Beytin ikinci mısraında o zor zirveye bir değinme var! Aşk
yolunda izlediği bir dizi yolu ve geçtiği aşamaları “Terk itdüm od u edeb” ifadesindeki
üç kelimeyle topluca anlatmakta Yunus Emre. Mâsivâdan yani Allah için her şeyden
vaz geçebilmenin adı olan “terk” kelime anlamıyla bir eylem olsa da
hayat boyu devam eden büyük aşk sürecinin izlenme yoludur. Terkin iki aşamasını
Yunus Emre “od” ve “edeb” ile gösterme yoluna gitmiş. İlginç bir benzetme ile
nefis için od; ruh için “edeb” kelimesini kullanmış. Burada bir ayrıntı var.
Nefsin en zor alt edilen unsuru şehvet yani cinsellik de od, ateş kaynaklı bir
özelliktir. İncelik, ölçülülük, zarafet anlamına gelen edep; ahlakî
davranışların en güzeli, zirvesi ruhun tam karşılığıdır.
Yunus Emre’nin “Terk itdüm od” tespiti/ifadesinin
nefisten kurtulma olduğu anlaşılabilir, kabul edilebilirdir. Ya “edeb”i terk etme de
ne oluyor? Edebi terk etme, edepten vaz geçme, yani insanın öz varlığını bile
fedâsı ne anlama geliyor? Böyle bir şeyin olabilirliği somutça nasıl algılanabilecek,
anlaşılabilecek? Görmediği bir varlık için insanın kendinden bile vazgeçmesi,
kendini yok sayması neyle nasıl açıklanabilir ki? Bu nasıl bir aşk ki, görüneni
görünmez; görünmezi görünür ediyor?
Aşka ancak berrak gönüller girer. Yüce aşka giderken bu kıvama
gelebilmek için aşamalı uzun bir yol; bu yol üzerinde sıkı boğuşma isteyen bir
dizi zorluk gösterir, Yunus Emre kılavuz haritasında. Hırsların, heveslerin
girdabındaki kör küreden çıkılmalıdır öncelikle. Bir ömürlük hayatın yetmediği,
her şey elde edilse de asla doyulmayan bir ortamdır bu kör küre. Bu küreyi
kırmak sanıldığı gibi bir darbelik etki değildir. Tersine hayatın her anında
tüm ortamlarda süregelen uğraşlar algoritmasıdır. Hayat boyu süren, yenik
göründüğün anda galip, galip sandığında mağlup olduğun döngüsel bir savaşımdır
bu.
‘Akl bir kişidür Hazret’e bakar
Uyarsan ‘akl-ı küllî sana bakar
Aşk erinin en önemli silahı (enerji kaynağı) akıldır, Yunus
Emre’de. Ama hangi akıl? Akıl var, akıldan üstün; akıl var akıllardan daha da
üstün. Düz akıl, günlük yaşama gömülmüş ve basit olaylara sıkışmış, şüphelerle
kirlenmiş akıldır. Yunus Emre’nin bahsettiği akıl, üst akıldır. İnsanı denek
tekerinden çıkaracak odur. O, arazlardan kurtulmuş; saf, süzülmüş
olumsuzluklardan etkilenmeyen akıldır. Üst akıl, bu yönü ile öğrenmeye,
gelişmeye, çok yönlü işlenmeye müsait bir enerjidir. Çünkü o ruhun merkezi,
ruhun merkez noktasıdır. Evreni ve Allah’ı kavrayabilen küllî akıldır. “Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu!" Doğrusu ancak seçkin akıl sahipleri
bunu anlar.” ayeti üst akılı çok iyi tanımlamakta. Zümer, 9. ayette aklın
bir ürünü/bir sonucu olan “bilmeye” önemle vurgu yapılırken “bilmenin, ilmin
kıymetini” de yine üst akılların bilebileceği “ulû’l-elbâb” terimiyle
açıklanır. Buradaki “elbâb” “lübb”den çoğuldur. Her şeyin seçkini, saf olanı ve
özüdür. Akl-ı selîm, seçkin akıl, üst akıl anlamındadır
Bir gün tururdum ‘akl katında
Ne lâyıkdur didüm Şâh Hazret’inde
Akıl boyutunda Allah’ı ve güzelliklerini görebilmek nasıl bir
nasiptir. Ve onu karşılaştırabilecek, değerlendirecek bir ölçüt var mıdır? Bir
kısa hikâye:
Çok ibadet eden bir kul, her ibadetinin sonunda “Allah’ım sana çok
çok ibadet ediyorum. İbadetlerimin karşılığını ver ve beni cennetine koy!” diye
dua edermiş. Ömrünü bu şekilde tamamlayarak öbür dünya göç etmiş. Allah da onu
doğrudan cennete yerleştirmiş. Dualarının karşılığını gören kul da çok
sevinmiş. Aradan 70 yıl gibi bir müddet geçer ve o kul bir anda kendini
cehennemde bulur. Kul hemen Allah’a seslenir. Allah’ım o kadar yıl ibadet ettim,
cennetindeydim şimdi ne oldu da cehennemine koydun beni. Bunun üzerine Allah
kuluna şu soruyu sorar:
Bana bir ömür ibadet ettin de benim rızamı, benim hoşnutluğumu kaç
kez istedin?..
Bu hikâyeden şu çıkar: Körü körüne ibadet buyruk içindir. Son
derece önemsiz gibi görünen ama gönülden yapılan davranış bile Allah’ı hoşnut
eder. Bu da aşk kıvılcımlarının patlaması demektir.
İlk bakışta çarpılma, görür görmez sevme, duygu patlaması, duygunun
sel gibi akması vb. etkileşimler cismânî aşkta gerçekleşir. Bu basit ve
yüzeysel sevmedir. İlâhî aşk ise öncesinde bir arayış, bir boşluk, bir
tatminsizliktir. Tatminsizlik; mükemmeli görememe, ruhu dolduracak varlığın, hareket
verecek bir enerjinin bulunamaması durumudur. Ancak ayrılık, hasret gibi acıya
dayalı duygular da aşkı pekiştirir, yoğunluğunu arttır. Allah’ın mutlaklığını
ve mükemmelliğini sanatı üzerinden tanımakla iyi bir şiiri, iyi bir yazıyı ya
da iyi bir resmi anlamak arasında fark yoktur. Çünkü güzeli güzel yapan sadece
görünüşü değil kimyasıdır.
Yunus Emre’nin yukarıdaki beyti ile Allah’ın “Ben bilinmez bir
hazine idim bilinmek istedim.” sözü birbirine denk düşmektedir. Burada
geçen “istedim” (ahbebtü) muhabbet, “bilinmek” (u‘refü) mârifet kökünden
geldiği için mutasavvıflar kâinatın yaratılışını muhabbet ve mârifetle
açıklamışlardır (TDV İA, Kenz-i Mahfi maddesi). Eğer Allah doğrudan
bilinmek isteseydi, insanları ruhlar alemindeki haliyle bırakırdı. Orada tüm
ruhlar Allah’ı görüyor, tanıyor ve biliyordu. Ama Allah düz ve basit bir sevgi
istemedi. Allah sevgide, aşkta ispat istedi. Özden ve dıştan sevenlerin
ayrılmasını istedi. Allah’ı özden sevmek için onu tüm özellikleriyle tanımak
gerekiyordu. Onu tüm özellikleriyle ve eserleriyle tanımanın sevmenin yolu üst
ve derin akıldan geçiyordu. Bir diğer deyişle saf bireyin aklı; irdeleme,
çıkarım, buluş işlevinin sonucunda sezgisel kavrayışla saf ve yegâne varlık
Allah’ı somutlaştırır, bilinçte tezahür edişine tanık olur. Bu bir estetik
kavrayıştır ve gerçekleştiğinde irade onunla birlikte bilinçten bütünüyle
kaybolur. Hasret, ıstırap, acı; kaynağı görmüştür. Ruh gördüğü güzele doğru
koşma, ulaşma eylemini başlatacaktır. Doyum ve haz almanın kaynağının, ummanın
orası olduğunu görmüştür çünkü.
Aşk savaş ister, zafer görmek ister.
Zafer için birincil şart da aklı kamçılayacak olan iradedir, bilinçtir. Dişe
dokunur başarılar için, keskin veya parlak bir zekâ yanında güçlü bir irade de
gereklidir. İradenin gücü; zekayı /aklı, yorucu, uğraştırıcı ve dinlenme
fırsatı vermeyen süreçlerin içine atıvermesi demektir. Her bir süreç insanı
olgunlaştırmalı ve her bir başarı sonraki zorluklara hazırlamalıdır. Çünkü öyle
sevivermek gibi küçücük ve basitçe bir eylem değildir aşk. Kalpte sevmeye dair
oluşan ilk duygu aslında bir kabarmadır. Öz lezzeti tatmak için maşuktan sezgisel
bir iz bir işaret gelmeli. Sevgi sanılan kalpteki kabarma aslında kuru kuruya esintiden
başka bir şey değildir. O sebeple aşk yollarındaki dikenleri temizlemek için
önce mücadele ve fedakarlıklar gerekecektir. Ya değilse ilk duyguyla aşk
başlamış ve olgunlaşmış olurdu.
Yunus Emre zafer için “Cehd eyleyüb ol dosta irmeyen ‘âşık
mıdur” sorusunu sorar. Cehd etmek
yani savaşmak; Allah dışındaki her nesneyi kalpten çıkarmak demektir. Ki bu üstün
bir irade ve kararlılık isteyen zor bir tercihtir. Zor olana en zor cevap bir
başka şiirinde “Bana verdin eş oğul kız/Andan bile vaz geçtim”
biçimindedir. Çoluk çocuktan bile vaz geçebilmek aşkın bir başka adıdır işte.
Vaz geçebilmenin bir diğer adı da Yunus’ta fedâdır. Fedâda son nokta kendini
bile sevgili yolunda harcamaktır. Yunus, öz canının bile fedâsını“‘Âşık
Yûnus sen cânunı dost yolına eyle fidî” örneğinde olduğu gibi birçok
şiirinde açıklar.
Zaferin birçok aşaması vardır. “Tûl-u emel defterin dürmeyen
‘âşık mıdur” sorusunun cevabı aslında Peygamberimizin bir hadisinde yer alır.
Tûl-ı emel yani bitmek bilmeyen istekler, insanı hayata dünyaya bağlayan
zincirlerden biridir. Peygamberimiz bir gün toprağa üç çizgi çizer. Birinci
çizgi hemen önünde ikincisi biraz ileride üçüncüsü daha ileridedir.
Peygamberimiz çizgileri adlandırır. Birincisi şimdi, an, ikincisi ölüm,
üçüncüsü emellerdir. Emellerin sınırı, ötesi yok ama ölüm ondan öncedir. Emeller
insanı bu dünyaya bağlamaktan başka bir işe yaramaz.
Zafer gerektiren bir diğer yol da dertlenmek, acı çekmektir. Ayrılık,
merak, her türlü bela, derttir, acıdır. Yunus bu durumu “İy Yûnus sen dostunun
cefâsına katlangıl/Yüregine ‘ışk odın urmayan ‘âşık mıdur” sözleriyle
açıklar. Nedensellikte acı, ıstırap; hasret, özlem kaynaklıdır. Seven,
sevilenden, parça bütünden uzaktır. Uzaklık kavuşma hararetini arttırmaktadır.
Yunus Emre öncelikle aşk üzerinde bir farkındalık oluşturur. “‘Âşık
oldum adum Yûnus ‘ışk oldı bana kulavuz” mısraında yolunu aşkla çizdiğini
artık aşkın ardından gittiğini söyler. Buradan, gerçek aşkı bulmadan önce
insanın yönsüz olduğu ve nereye gittiğini bilmediği anlamı da çıkar. Asıl sonuç
ise, sevilenin varlık üzerine yansımasının keşfedilmesidir.
“İşidünüz iy yarenler ‘ışk bir
güneşe benzer/‘Işkı olmayan gönül mesel-i taşa benzer” beytindeki
güneş benzetmesi sıradan değildir. Aşkın insan gönlünü aydınlatışını giz olanı
açık edişini vurgulamakta Yunus Emre. Aşksız gönüller taş gibi, tepkisiz,
duygusuz ve tatsızdır. Çünkü içe, öze bir tesir bir sirâyet yoktur.
Yunus Emre’deki aşk tanımı duru ve çok yalındır. “‘Işka mesel baglanmaz ‘ışk ıssı hisâb olmaz/Dostlık ticâretinde anılmaz assı ziyân” sözlerinde
aşkın bir şeye benzetilemeyeceği ve aşığın aşkında bir çıkarı bulunmadığı ne
güzel vurgulanmıştır. Çünkü aşkın en büyük ödülü tattır, lezzettir. Aşk
doyumsuzluk üzere kurulmuştur. Ve aşk alışverişinde kâr zarar diye bir şey
yoktur.
Yunus Emre tecelliyi gözgü yani ayna mecazı ile açıklar. Bir
şiirinde “Dost sûreti gözgü durur bakan kendü yüzin görür” mısraıyla,
Allah’ın cemâlini görmek isteyenlerini kendi yüzlerine bakmasının yettiğini
anlatır.
Bir başka şiirinde “Anun ‘ışkı gözgüsi kendüde gösterdi bizi” sözleriyle
Allah’ı görmek için aşk aynasına bakmak gerektiğini söyler. Çünkü aşk aynası
öteyi, manevi olanı göstermektedir.
Yunus Emre’nin aşk serüveninde kullandığı önemli mecazlardandır aşk
ateşi. Aşk ateşi öyle adı gibi yanma değildir. “‘Işk odına yananlarun külli
vücûdı nûr olur/Ol od bu oda benzemez hic belürmez zübânesi” beytinde
söylediği gibi aşk ateşi, ruhun nur ile etkileşimi, iç içe geçmesi, nur ile
dolmasıdır. Bu ateş bildiğimiz ateşe benzememekte;nur olduğu için “zübânesi
belirmez” yani alev gibi ışık gibi parlamamaktadır. Burada Yunus Emre ruh
ile ilâhî nurun temasını tepkimesini aşk ateşine benzetir.
Aslında ruh süzülüp saflaştıkça ilâhî nur ile etkileşimi
artmaktadır. Belki de aşk ateşi için şu güzel benzetme de isabetlidir: İnsan
oğlu soğana benzer. Girmeden önce acı. Çıkınca tatlıdır. İnsanı dert belâ ile
sınava sokarlar. Eğer özü temiz ise girdiği gibi çıkar. Ama içinde özü bozan öz
dışı maddeler var ise onlar da yanar geçer.
Bu durum bir hadîs-i kutsîyi de hatırlatmaktadır:
Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, beni andıkça ben onunla
beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden anarım. O, beni bir cemaat
içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet bana
bir karış yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse
ben ona koşarak giderim. Kim bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla
gelse, ben de onu bir o kadar mağfiretimle karşılarım.
Allah’ın kullarını gördüğünü, gördüğünü sezdirmesini Calderon,
“Büyük Zenobia” adlı piyesinde çok güzel dile gelir. Decius:
“Tanrım, demek
beni seviyorsun. Bunun uğruna binlerce zaferi feda edeceğim...”
Yunus Emre aşkın bir sonraki aşamasını, ruhun aşkla dolması olarak
açıklar. “Hakîkat her vücudun cânı ‘ışkdur/Ne cân kim cân içinde cân-ı
‘ışkdur” beytinde her vücutta ruhun aşka dönüşmesinin tek gerçek olduğunu
söyledikten sonra artık içinde Allah aşkı olmayan ruhun boş olduğunu kast eder.
Sonraki aşamada ruhun nurla dolması da tatmin etmez, anlamsızlık
devam etmektedir. Bu öyle bir doyumsuzluktur ki, kişi varlığını bile fedâ
etmektedir. “Ne sermâye ne varlık ne hû yok men” mısraında
Yunus Emre’nin Allah aşkı karşısındaki değer sıralaması ilginçtir. Sermayeden,
varlıktan vazgeçmek şöyle dursun, kendinden bile geçmiştir. Allah yanında öz
benlik anlamını yitirmektedir. “Her cânlar ana perde ol nûr içinde nurda” mısraında
tüm canlar, Allah’ın nuruna kümelenerek onu çevrelemiştir. Allah içten içedir.
Yunus’ta vuslat, maddi varlığın hiçleşmesidir. “Vaslat eri olan kişi gerek varlıgdan mahv ola” mısraıyla
Allah’a ulaşmada ereğin gerçekleşmesinde, kulun üst benliğinden yani kendi
özünden ferâgat etmesini ister. Kavuşma, erişme sonrası artık ne kendi özünün
ne de diğer varlıkların bir anlamı kalmıştır. Calderon’un aşktaki fedası, Yunus
Emre’de ve tasavvufta fenâ fillâh, yokluk, hiçlik durumuyla ilintilidir.
Âşıkların mutlaka vuslatı elde edeceklerini de vurgular Yunus Emre.
“Yûnus sen ‘âşıkısan ‘ışka muvâfıkısan/Korkma ulaşugısan ne olursan olasın” beytinde aşkı
kazananların vuslatı da kazanacaklarını müjdeler.
Yunus Emre aşkın her an bir tazelenme, bir doyumsuzluk olduğunu
“Bir sâkîden icdük şarab ‘Arş’dan yüce meyhânesi/Ol sâkînün mestleriyüz cânlar
anun piymânesi” beytiyle vurgular.
“Ben Hakk’ıla Hak olmışam agyâr iden
gelsün berü” aşkın amacıdır. Artık Allah’a kavuşulmuştur. Ruh, Allah’ın nuruna
tamamlanmıştır. Bundan sonrası dışarıda kalmak değil, Allah ile var olmaktır.
Örneklenen
beyit ve mısralar “Divân-ı Yûnus Emre Karaman Nüshası”ndan alınmıştır.
Özgün metin için bakınız:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder