Kara
Düşmüş Yirmi Lira
Yusuf Yıldırım
İncecikten başlamıştı. Önce parçalı siyah lekeler halindeki yollar, yavaş yavaş beyaza tamamlandı. Hafif rüzgârlı soğuk havanın savurduğu kar taneleri, şiddetlice çarparken yüzü acıtıyordu. Rüzgâr gittikçe hızlanırken kar da lapa lapaya yoğunlaşma eğilimindeydi. Büyük kavşağı atlarken hızlı ve sürekli spiraller çizen kar taneleri, tipi havasına büründü.
Ara
sokağın köşesine gelindiğinde bir ilginçlik de hazırda bekliyordu. İkiye
katlanmış bir yirmi lira, yarısı kara karılı halde yerde duruyordu. Kuruluğuna
bakılırsa birkaç dakika önce düşmüştü. Sahibi, kaybettiğini ya ertesi gün fark
edecek ya da hiç aklına bile gelmeyecekti. Bir an bile tereddüt etmedi. Eğildi.
İşaret ve orta parmağının uçlarına sıkıştırarak aldı. Cebine bile sokmadan yola
devam etti.
Acaba
ne yapmalı idi? Yirmi lirayı harcamayı aklının ucundan bile geçirmedi. Onu en
uygun, en ihtiyaçlı kişiye ulaştırmak tamamlanması gereken başlıca sorumluluktu.
İlk aklına gelen, ilerideki sitenin kapıcısı oldu. Uzaktan da olsa görmüştü.
Kulağına gelenlere göre temizdi, saf yürekliydi, sadece işini yapardı. İyiliği,
yardımı hak ediyordu. Ama onun ne de olsa düzenli bir maaşı vardı. Yirmi lirayı
ne etsin ki? Yirmi lira da olsa daha ihtiyaçlı biri mutlaka vardır…
Komşunun ilkokula giden küçük oğlunu hatırlayıverdi! O, öğretmenine
bu parayı verir, öğretmeni de ihtiyaçlı birisine verebileceği gibi sınıf için
ortak harcamada kullanıp yirmi lirayı uygunca değerlendirebilirdi. O zaman
komşunun oğluna emanet edip bu yirmi lirayı öğretmenine ulaştırmak en iyi
seçenek görünüyordu.
Kar,
göz açtırmayacak kadar yoğunlaştı, yer, pamuktan bir örtüye dönüştü. Üzerinde
minik yığınlar oluşturan kar taneleri, ayakkabıyı, yavaştan ıslatmaya başladı. Kısmen kayganlaşan yol, demiryolu üzerindeki kambur
köprünün ucuyla kesişiyor daha doğrusu orada bitiyordu. Kar yağışından mıdır,
taşıt ya da canlı, köprü üzerinde bir tek nesne yok.
Kaymamaya
dikkat ederek köprünün yaya yolu tarafından giderken, yaklaşan bir arabanın
sesi duyuldu. Gelen, elektrikle çalışan kasası göreceli uzun bir üç tekerlekli
idi. Kasasındaki koyun kuzu tersi, serpilmişçesine dağınıktı. Kabini naylonla
kapalı idi. Öyle görünüyordu ki, üç tekerlekli, küçük hayvan taşımak için kullanılıyordu.
Aynı hizada iken istem dışı biçimde şoför ile göz göze gelindi. Bakımsız olduğu
her halinden belli olan esmer mi esmer, sert yüzlü şoför yüreği bölercesine keskin
bir bakış atarak geçti gitti.
Elli
metre sonra üç tekerlekli yavaşladı ve köprünün tam kamburunda durmaz mı?
Ne
diye durmuştu, üç tekerlekli? Olabilecek en kötü şey bu olsa gerekti. Bu
soğukta, bu ıssızlıkta, bu tenhada niye durmuştu? Üç tekerleklinin sürücüsü bir
de el kol hareketi yapmasın mı? Ne demek istiyordu? Bir şey anlatmak, bir
yardım mı istiyordu? Git git, durma dercesine yirmi lirayı tutan el ile yapılan
işareti, sürücü anlamadı. Bekliyordu ve ara ara başını çıkarıp yüreği delen o
bakışı tekrar ediyordu.
Yan
yana geldiler. Bu kez kömür karası o yüzden, bir çift göz ve inci inci dişler
parlıyordu. Ne kadar mutlu idi, üç tekerleklinin sürücüsü! Gözlerindeki ışıltı,
içindeki mutluluk kıpırtısına tanıklık ediyordu. Belli ki, birisine yardım
edecek, bu karda bu soğukta onu evine ulaştıracak ve bir işe yarayacaktı. Bu zavallıcığın
kalbi, gökyüzünü kaplayacak bir iyilik ve sevgi taşıyordu.
-
Nereye gidiyorsun, götüreyim!
- Ev
yakın, sen durma, git!
- Binmeyecek misin, seni götüreyim!
- Benim
evim! (İleride bir yere bakarak ve el ile göstererek.) Benim evim karşıda!...
İşte
o anda! Tam o anda… Beklenmedik bir şey oldu. Yalan değil, gerçek bu! O evi
işaret eden ve yirmi lirayı iki parmak ucuyla tutan el, esmer yüzlü sert
bakışlı ve inci inci dişlerle gülen sürücüye istem dışı uzandı.
Sahi!
Bin kez düşünülse, bin kez planlansa akla gelmez bir olay, gerçekleşmek
üzereydi. Evet, evet, bu yirmi lirayı bu gariban koyun çobanı kadar kim hak
ederdi?
Gariban çoban şaşkındı. Bir yandan paraya bakıyor diğer yandan yayanın bir an evvel arabasına binmesini bekliyordu.
Kararsızdı.
Yirmi liraya baktı, kaldı. Almak istercesine hafif eğildi.
-Çoluk
çocuğuna kullan e mi?
Bu
sesi duyunca tereddütsüzce biraz da mahcubiyetle kendisine uzatılan parayı aldı.
Hala şaşkındı. Gözleri yirmi liraya takılı, kalmıştı. Gökyüzünü kaplayacak
kadar büyük yüreği, birisine yardım etmek isterken bir yardımla karşı
karşıyaydı. Teşekkür etmek istiyor ama hem mahcup hem de şaşkındı. Ne
yapacağını bilemedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder